Sosyal Analiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyal Analiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Bildiğiniz köy derneklerinde bile "hizmet ve birlik beraberlik telaşı" yerine "siyasi çekişme ve rant telaşı" oluyorsa; vay bu ülkemin haline!

Sonraki paylaşımlarımda tekrar görüşene dek, siz yine de hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi ve yüreğinizden sevgiyi eksik etmeyin.

Selam ve Dua ile.
Devamını Okuyun »


Bu kadar sık gündem değişikliğine, bu kadar curcunaya rağmen işine dört elle sarılan girişimcilerin ülkesidir benim Canım Türkiyem.

Helal olsun "helal ekmeğinin" peşinden koşan herkese..
Selamların en güzeliyle Selam olsun birde! :)

Resim: Zeycan Alkış

Sonraki paylaşımlarımda tekrar görüşene dek hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi ve yüreğinizden sevgiyi eksik etmeyin ;)

Allah'a (c.c.) Emanetsiniz..
Devamını Okuyun »


Zafer; imkansızlıklar arasında kazanılandır, doğru orantılarla değil, orantısızlıklar içinde ters orantılanandır. Zafer kelimesinin nice karşılığını defalarca öyle güzel gösterdi ki ecdadımız; onlar tarih yazdı, destanlar yazdı, zaferler yazdı..

Malazgirt, Sırpsındığı, Kosova, Niğbolu, İstanbul’un Fethi, Çanakkale, Sakarya, Dumlupınar ve daha niceleri.. Evet, başkaları değil bu destanları bir bir bizim atalarımız, bizim ecdadımız yazdı.

İşte bunlardan destanlardan birisi de Çanakkale Zaferi..  Ancak Çanakkale Zaferini anlatmaya kalkışmayacağım.. Haddimi biliyorum, çünkü bizzat yaşayan üstâdlar, dönemin usta kalemleri zaten öyle bir anlatmışlar ki.. Etkilerinde olduğum o şiirleri, o anlatımları taklit etmekten öteye geçemeyeceğimi çok iyi biliyorum..

Niyetim bu seferlik bardağa biraz da boş tarafından bakmak, farkında olmadıklarımıza ilk kez, farkında olduklarımıza da yeniden dikkat çekmek istiyorum. Geçmişimden gururluyum, geleceğimden oldukça umutluyum… Ama şimdiden şikâyetçiyim..

Atalarımızın onca kahramanlıklarına rağmen; biz, ecdadın evlatları ve torunları olarak okuyabiliyor muyuz bu destanları ? Bakın destanlara yenilerini eklemekten, yeni yeni destenlar yazmaktan söz etmiyorum.. Yazılmışları hak ettiğince okuyabiliyor muyuz, anlayabiliyor muyuz ?

Ecdadımız kendisine yönelen tehlikeleri doğru okuyup, doğru yorumlayıp, doğru anlayıp doğruları yapabilmiş. Yaşadıkları dönemlerde ne yapmaları gerekiyorsa onu yapmışlar. Çoğunlukla savaşmak gerekmiş savaşmışlar, fethetmek gerekmiş fethetmişler, direnmek gerekmiş direnmişler… Hem de dünyada eşi görülmemiş şekillerde.. Onlar tüm değerlerine, dinlerine, kültürlerine ve benliklerine sahip çıkmışlar ve bu uğurda üzerlerine düşeni fazlasıyla yapmışlar aslında..

Gelelim bize…

Değişmeyen bir takım evrensel kavramlar haricinde Dünya sürekli değişiyor, bir dönemin insanları sıcak savaş içinde yaşarken, başka bir dönemde yalancı barış naraları atılabiliyor…

Bir şeyler hakikaten değişiyor.. Yöntemler değişiyor, kılıflar değişiyor.. Yarım asır öncesine kadar var olan savaş yöntemleri, yerini farklı farklı işgal ve sömürge yöntemlerine bırakıyor bir bir… İnsanlık yöntemlere bağışıklık kazandıkça yenilerini üretiyor sürekli. Öyle ki; devletler arası direk müdahalelerin çoğunluğu artık günümüzde dolaylı yollardan yapılıyor.. Birileri uyutuyor, birileri de maalesef uyutuluyor..

Hani “delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu” demiş ya eskiler, aslında pek çok şey çıkalı yine pek çok şey bozuldu.. Ben bu yazıyı yazarken ve siz bu yazıyı okurken çıkan pek çok şey, pek çok değişime önayak olacak ve doğru algılayıp doğru kullanmazsak pek çok şeyimizi bozmaya çalışacak..

Aman ha, değişim ve yenilik karşıtı olduğumu sanmayın, ben yeniliklerin, buluşları ve değişimlerin getirdiği yanlışların, bozulmaların karşısındayım..

Her şey bu denli bozulurken ve bozulmaya müsait hale ge(tiri)lirken, ya bütün bozulanlar arasında kalan benliğimiz… kimliğimiz… kişiliğimiz… ?

Okuyan, sorgulayan, üreyen ve üreten, geliştiren ve gelişen, kısaca her anlamda aktif bir milletin, nasıl da böylesine pasif olmasına göz yuman, belki de katkı yapan, çaresiz kalan kişiliğimiz…

Ve benzer kişiliklerin oluşturduğu bir toplum… Kısacası etkin değil edilgen bir toplum.. Üreten değil tüket(tiril)en bir toplum.. Bırakın yazmayı doğru dürüst okumayan, bilinçli konuşmayan, kulaktan dolma konuşan bir toplum.. Dinine, diline, benliğine sahip çık(a)mayan bir toplum…

95. yılını gururla andığımız 18 Mart Çanakkale Zaferi yıl dönümünde lütfen biraz düşünelim…

Evet.. Çanakkale geçilmezdi, geçilemezdi ve nitekim geçilemedi de.. Çünkü o zamandan bu zaman çok şey değişti… Toplum yapımız değişti, hatta benliğimiz de değişti..

Ve soruyorum size; üzerimize oynananlar karşısında, değişimlerle birlikte geliştirilen her türlü yozlaştırma ve başkalaştırma hamlelerine karşı benlik kalelerimiz ne kadar sağlam ? Tüm bu değişimler karşısında pasifleşen benliğimizin kaleleri ne kadar geçilmez ?

18 Mart Çanakkale Şehitlerimizi rahmetle anıyor ve millet olarak içinde bulunduğumuz durumu da hakikaten düşünelim istiyorum…



Uzun zaman sonra bir makale yazmış oldum. Devamı da gelir inşaalllah. Sonraki yazılarımda ve paylaşımlarımda tekrar görüşmek üzere..
Selam ve Dua ile.
Devamını Okuyun »

Merhabalar,

Nihayet bloguma vakit ayırıp "blogumda yazmak istediklerim" listemden bir konuyu daha çekip siz değerli okurlarımla paylaşıyorum.

Yaklaşık 1 ay önce FriendFeed den severek takip ettiğim Muge Cerman üstadın paylaştığı, büyük üstad Mimar Sinan'ın iş ahlakını özetleyen o harika yazıyı paylaşmak istiyorum sizlerle.

Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşi Cami'nin 1990'lı yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasunda yaşadıkları bir olayı tv'de şöyle anlatmaştı.

"Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer curumeler vardı.

Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaa edildiğini oğrenmiştik, fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu.

Kemerleri nasıl restore edecegimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı söktük. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kağıt vardı. Şişeyi açıp kağıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi, Mimar Sinan tarafından yazılmıştı ve şunları söylüyordu;

"Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum. "

Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolunun neresinden getirttiklerini söylerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşaasını anlatıyordu.

Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insan üstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin degişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kağıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bigi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarın erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden cok daha muhteşem olan, 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur."

Şimdi bir Koca Sinan'ın iş ahlakını düşünün bir de günümüzdeki yaşatılan iş ahlakını. Keşke yaptığımız her işe Koca Sinan'ın binde biri kadar sorumluluk katabilsek. Önceki yazılarımdan birinde görev ile sorumluluk arasındaki ince çizgi hakkında görüşlerimi paylaşmıştım. İşte o fark tam da böyle birşey olsa gerek.

Ne zaman toplum olarak iş ahlakımızı atalarımızın seviyesine çıkarabilirsek, işte o zaman onlar gibi sorunlarımızı çözüp, yeterli refaha erişip, dünyaya hükmedebilecek güce ve iradaeye sahip olabileceğiz. Gerçek bu kadar da net aslında...

Sonraki yazımda tekrar görüşene dek hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar Paylaşmak Üzere,
Sevgi ve Saygılarımla
Devamını Okuyun »


Hiç kalp kırdınız mı veya kalbinizi kıran oldu mu? Sanıyorum insan oğluna özgü duygular bunlar. Zira başka hiçbir canlıda böyle bir duygunun var olduğuna inanmıyorum. Evinizde beslediğiniz bir köpeğe kızarsınız, söylenirsiniz hatta yeri gelir bir tekme atarsınız, fakat yine de o size asla darılmaz. Kısa bir süre sonra sizi gördüğünde sevgiyle kuyruğunu sallar, sevgi dolu gözlerle bakar.

Biz insanlarda durum başka. Kalbiniz kırıldığında tüm herşeyi unutursunuz, o olay sanki dünyanın en kötü olayıdır. Dünya başınıza yıkılmıştır. O insanı bir daha affetmemeyi düşünürsünüz. Onunla olan tüm iyi anılar birdenbire silinmiştir hafızalardan. Belki şok olmuşsunuzdur, böyle bir hareket beklememişsinizdir ondan. Ama olan olmuş, kırılan kırılmıştır.

Yıllar önce Malatya'da huzur evinde bir yaşlı ile sohbet ediyordum. Zaten oldum olası yaşlı insanları severim. Anıları çok olur onların. Şiire meraklı bir ihtiyardı, hemen ayak üstü dörtlükler uyduruveren bir ihtiyarcık. Sohbet sırasında derin bir iç çekerek;

"Kırma dostun kalbini,
Onaracak ustası yok.
Soldurma gönül çiçeğini,
Sulamaya ibrik yok."

demişti.


Sevgiyle bakan, artık iyice çukura kaçmış gözlerinde bir an parıldayan bir damla yaş gördüm. Belki geçmişte yapılan bir yanlışı anımsamıştı. Zaten yine onunla cezalar, kanunlar, hapishaneler üzerine yaptığımız bir söyleşide;
"Cezaevleri boşuna. En güçlü cezaevleri vicdanımızdır. Vicdanın rahat olmadıktan sonra suçun affedilmiş, özgür kalmışsın ne çare? Vicdanın olmadıktan sonra en berbat mapus damlarının sana faydası ne?" demişti.

O günden sonra davranışlarıma, sözlerime, sosyal ilişkilerime daha bir dikkat eder oldum. İnsanları kırmamayı, kırılsam da kırmamayı ilke edinir oldum. Bazen bilmeyerek de olsa birilerini kırdıysam ve o kırdığım insan bunu bana hatırlatırsa, o vicdan azabı bana zaten yeter. O insanı tekrar kazanabilmek için şartlar ne kadar zor olsa da yine de denemeyi göze alırım. İhtiyarın dediği gibi "Onaracak ustası yok" olmasına rağmen, usta titizliğinde olmasa da çıraklık mertebesinde çaba gösteririm. (Her ne kadar bazen karşımdaki tarafından aptal yerine konulsam da)

Günümüz insanı daha gerçekçi, sosyal ilişkiler hep karşılıklı çıkarlar ile donanımlı. Kalp kırılmış, kırılmamış, dostluklar bitmiş, bitmemiş önemi yok. Önemli olan o günü kâr ile kapatabilmek. Dostum bana küsmüş, küserse küssün,onun bileceği bir iş mantığı hakim.

En güzeli geçmişte kalan dostluk değerlerine sahip çıkmak, birbirimize daha saygılı, daha hoşgörülü yaklaşabilmek, hepsinden önemlisi kişilere karşı içimizdeki o kahrolası önyargıyı yok edebilmek.

Kalp kıran insanların nasıl bir ruh yapısına sahip olduklarını çok düşünmüşümdür. Galiba onlar hayatlarında kendilerine hiç değer verilmemiş, sevilmemiş, öz güvenlerini kaybetmiş zavallılar.
Karşınızdaki insanın iyi niyetini aptallık olarak görüyorsanız inanın siz aptalsınızdır. Kalbinizi inciten insanlara karşı kırıcı olmadan cevap verebilmek, çok sağlıklı bir ruh yapısının ve her yönüyle güçlü bir kişiliğin ürünüdür.

Herşeye rağmen kalp kırmayı ilke edinmiş ve bunu üstünlük sayanları da vicdanlarıyla başbaşa bırakıp yollarının açık olmasını dileyelim...

Yukarıdaki yazılanlar mailime gelen bir yazıdan alıntıdır. Son günlerdeki ruh halimi ve düşüncelerimi bire bir yansıttığı için siz değerli okurlarımla paylaşma ihtiyacı duydum.

Sonraki yazımda tekrar görüşene dek (her türlü kırılmaya rağmen) hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin :)

Tekrar Paylaşmak Üzere,

Sevgi ve Saygılarımla
Devamını Okuyun »

Merhabalar,

Önümüzdeki günlerde kutlayacağımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için çok güzel bir fikir düşünülmüş ve www.23nisanblog.com adresinde bir sosyal sorumluluk projesi olarak projelendirilmiş.



Tüm blog yazarı arkadaşlarımızı projeye katılmaya davet ediyorum. Çünkü çocuklarımıza yani geleceğimizi emanet edeceğimiz yeni nesile yazmayı ve okumayı sevdirebilirsek geleceğimiz için çok anlamlı ve çok güçlü bir adım atmış oluruz. Aksi taktirde halen uğraşılmayacak sorunlarla uğraşan, el aya giderken halen yaya giden bir toplum olmaktan sıyrılamayacağız :(

Peki bu blog 23 Nisan'da kimin olacak?

Evet bu yazıyı okuyan çocuklarımıza sesleniyorum :) 23 Nisan da blogumda yazar olmak ister misiniz? Bunun için16 yaşından küçük olduğunuza beni ikna edecek bilgilerinizi İletişim sayfamdaki forumdan göndermeniz , benimle iletişime geçmeniz yeterli.

Merak ediyorum, kaç gerçek başvuru gelecek. İkna edici bir başvurunun gelmeme ihtimali de var tabi ki; bu durumda çevremdeki/yakınlarımdaki bir "geceleğin yazarını" blogumda yazması için teşvik/ikna ediyor olacağım :)

Sözün Özü?

23 NİSAN'DA BU BLOG BENİM fikrini/projesini/kampanyasını destekleyelim, desteklemeyenleri uyaralım :)

Sonraki yazımda tekrar görüşene dek hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar Paylaşmak Üzere,

Sevgi ve Saygılarımla
Devamını Okuyun »

Merhabalar,

Sevdiklerimin, dostlarımın, bu yazıyı okuyan siz değerli okurlarımın ve tüm İslam aleminin mübarek Mevlid Kandilini tebrik ediyor, tüm dünya için hayırlara, barışa, huzur ve mutluluklara vesile olmasını yüce Allah (c.c) 'tan niyaz ediyorum.

Diyanet İşleri Başkanlığı 'nın Mevlid Kandili Mesajına bu sayfadan ulaşabilirsiniz.

Ayrıca, bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, bu vesile ile de tüm kadınlarımızın, hayatımdaki, çevremdeki tüm kadınların, o değerli insanların bu güzel gününü "Dünya Kadınlar Günü"nü tebrik ediyorum.

Aslında bu özel günler, kandiller; değerlerimizi, inançlarımızı bize hatırlatıyor, uzaklaşmamamızı sağlıyor. Bu günlerde farkına vardığımız değerleri senenin tüm günlerine yayabiliyorsak ne mutlu bize.

İki çok özel gün bir aray gelince hatırlatmak, vurgulamak istediğim bir nokta daha var ki o da; dinimizin kadına verdiği değer. Nedense dinimizi yanlış algılayan ya da islam ahlakını tam olarak sindirememiş kişiler, kişilikler yüzünden bazı çevrelerce, kadını geri plana atan bir din olarak gösteriliyor yüce dinimiz. Ne kadar acı. Oysa ki; peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)'in hayatına, kadına yaklaşımına, ilgili sözlerine (hadislerine) ve yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim deki ilgili ayetlere baktığımızda gerçeğin böyle olmadığını, kadına en az erkek kadar, hatta bazı noktalarda çok daha fazla değer verildiğini rahatlıkla görebiliriz.

İslam ahlakını tam olarak algılayamamış, sindirememiş müslüman erkeklerimizin tutumları ve davranışları yüzünden kadın konusunda olumsuz bakışların dinimiz üzerinde yoğunlaşmasına neden oluyorlar ki; bu da böyle kişiliklerin üzerlerine aldıkları ağır bir sorumluluk, ağır bir yük aslında. Allah (c.c) bu gibi kişilere (erkeklere) akıl, fikir ve anlayış versin. Sahip oldukları değerlerin, "çevrelerindeki kadınların değerlerinin", "bu değerleri hiçe sayarak, dinimize yönelen olumsuz bakış açılarına neden oldukları için aldıkları sorumlulukların" farkına varmaları konusunda da hidayet versin inşallah.

Sonraki yazımda tekrar görüşene dek hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin. Hayatınızdaki kadınlara da gereken değeri vermeyi, haketttikleri ilgiyi göstermeyi sakın ihmal etmeyin.

Tüm kadınlarımızın dünya kadınlar günü kutlu olsun. Hayırlı Kandiller...

Tekrar Paylaşmak Üzere,

Sevgi ve Saygılarımla
Devamını Okuyun »

Okuyacağınız bu yazı gerçekte yaşanmış olup yakın bir dostumun tecrübe ettiği bir süreci anlatmaktadır. Bu yaşanmışlıkla ilgili gözlemlerimi ve birinci ağızdan dinlediklerimi çok değerli bulduğum için kendisinden izin alarak siz değerli okurlarımla paylaşmaya karar verdim. Umarım kişisel gelişimimiz adına faydalı bir paylaşım olur.

Yirmili yaşlarda genç, çelimsiz bir üniversite öğrencisidir İsa. Mezun olunca kendisini bekleyen iş hayatında başarılı olmak için; bir taraftan iyi bir diploma almanın gayretiyle okul derslerine çalışmaktadır, diğer taraftan da mesleği ile ilgili kendisini geliştirmenin telaşındadır... Hayatının o dönemleri tam bir koşuşturmaca ile geçmektedir aslında. Bu koşuşturmadan olsa gerek hayata çok genel ve kaba bakmaktadır, detayları çok önemsemeyen, ayrıntılardan ziyade sonuca bakan bir gençtir kısaca...

Hani telaş dedik ya, yine böyle bir telaşın içinde olduğu günlerin birinde, üniversite derslerinden birinin projesini tamamlamak üzere proje arkadaşlarıyla araştırmalarına/çalışmalarına devam eder rahatsız olduğu halde. İlk aşamalarda grip olan rahatsızlığı öyle ilerlemiştir ki sesi kısılmıştır İsa'nın, araştırma projesi için yöneltmesi gereken sorulardan bir kısmını karşısındaki yetkiliye yöneltemez, hatta bazılarında da arkadaşları zar zor toparlayıp yardımcı olurlar sormasına.

Sesinin bu derece kısıldığı o günlerde rahatsızdır ancak aynı zamanda da son zamanlarda kilo aldığı için gayet mutludur, çünkü yapı itibariyle bir türlü kilo alamayan bedeni sevindirici bir şekilde kiloyla tanışmaya başlamıştır...

Derken, ertesi günlerin bir sabahında, uyandığında göz çevreleri başta olmak üzere yüzünün şiştiğini görür İsa: "aman Allah'ım, ne olmuş bana!"

..................................

1-2 günlük doktor-hastane koşuşturmasından sonra bir üniversite hastanesinin acilinde son bulur koşuşturmaca. Acilde geçen dördüncü günün sabahında fakültenin servisine alınır İsa. Vücuduna giren/çıkan hortumların sayısı 3'ü bulduğunda böbreklerini kaybettiğini öğrenir, doğuştan vücundunda var olmaması gereken bir durum sinsice bitimiştir böbreklerini. Öyleki son zamanlarda aldığını zannettiği kiloları aslında vücudunda birikmeye başlayan sıvılardır. İsa rahatsızlığını öğrenmesine rağmen halen çabucak taburcu olacağını düşünmektedir, ya da böyle düşünmek istemektedir. Oysaki aslında bundan sonra başlayacaktır asıl tedavi... Çünkü vücuduna takılan her yeni hortumla gelen hareket kısıtlaması ve yatakta öylece yatakalmak katlamaktadır bütün ağrı ve acılarını...

Yaşamına devam edebilmesi için artık diyalize girmesi, bunun için de vücudunda yine gerekli bağlantı kanallarının açılması gerekmektedir. Bu kanallardan birisi ve en önemlisi olan boyun kateteri de takılır nihayet, yapılan cerrahi işlem bittiğinde tekrar alınır servisteki yatağına. Vücudunun sağına soluna takılı hortumlarla zaten anlaşamazken İsa, artık omuzlarını ve boynunu da kımıldatamaz hale gelmiştir. O gece öyle bir gecedir ki onun için, akıllara zarar... Sıfıra yakın hareket kabiliyetiyle, sıkıldığı/bunaldığı her pozisyonunu değiştirmek istediğinde artan acıları engel olur bendenine. Bırakın sağa sola dönmeyi, kımıldayamaz yatağında. Hapsolmuştur yatağa, neredeyse mumya gibidir bedeni, hareket etmeye çalışır, edemez... Acı çeken bedeniyle süreki aynı şekilde yatmaktan sıkılan ruhu neredeyse her 10 dakikada bir saati sorar refakat eden biricik annesine. Ve her gördüğünde ne zaman hareket edebileceğini sorar hemşireye...

..................................

Günler bu şekilde geçip giderken nihayet yavaş yavaş toparlanmaya başlar İsa'nın bedeni ve ruhu. Çünkü tedavi gereği vücudunda takılı olan hortumların sayısı azalmaktadır giderek. Her geçen gün, biraz daha rayına giren bir hastalık ve buna paralel biraz daha düzelen bir psikoloji.

Hastaneye adım atışının kırk küsürüncü günlerinden birinde tedavi sürecinin netleştiğini ve yakın zamanda taburcu olabileceğini öğrenir doktorlarından. Dünyalar İsa'nın olmuştur; hastanede geçen kırk küsür acılı gün ve sonunda hayata, sevdiklerine yeniden dönüş...

Yanlız, hastaneye giren İsa ile hastaneden çıkan İsa arasında çok fark vardır artık. O önceki, hayata çok genel ve kaba bakan, detayları çok önemsemeyen, ayrıntılardan ziyade sonuca bakan genç gitmiş, yerine yaşamanın önemini anlayan, sağlığın değerini kavrayan, daha detaycı ve ayrıntıları sorgulayabilen bir genç gelmiştir. Sağlığına tam kavuşamamış olsa da, artık düzenli diyazlize girerek hayatını devam ettirebilecektir.

..................................

Aradan günler geçer, İsa artık normal hayatın içindedir, okulunu, geleceğini kısacası hayatının geri kalanını düşünmektedir, bunu düşünmek zorunda olan her insan gibi. Her ne kadar çok değişse de, bir şekilde yine bir koşuşturmacanın içinde sağlığına dikkat ederek yaşamaya alışmaya başlamıştır artık.

İşte tam da bu hayatının normalleşmeye başladığı günlerin birinin bitiminde, gece kıyafetlerini giyerek yatağa girer İsa. Yatmasına yatar ama, o gün yaşadığı bir olayı sorgulamaktan kendini alamaz, düşünür durur, bir sağa döner, bir sola döner düşünür durur... Bir sağa döner bir sola, bir sola döner bir sağa... Ve bir an gelir ki bir şeyi farkeder: "aman Allah'ım kımıldayabiliyorum, istediğim an sağa sola dönebiliyorum... kımıldayabiliyorum...!!"

Gözlerinden boşalan yaş sel olur İsa'nın, tutamaz kendini hıçkırıklara boğulur... Kımıldamasına sebep olan konu mu kalır artık aklında... Yaratıcısına şükretmektir tek telaşı hıçkırıklar arasında, göz yaşları arasında... Çünkü O istediği an kımıldayabiliyor ve bu nimetin artık farkında...


Yaşantımızda "kımıldanabilmeye göre öyle büyük" olgulara, eksikliklere, yanlışlara ya da anlamsız olabilecek hedeflerin peşine takılıp kalabiliyoruz ki; bu takıntılar yüzünden sahip olduğumuz şeyleri/değerleri unutuyoruz. Bu unuttuğumuz değerler, bazen ailemiz oluyor bazen de arkadaşlarımız, bazen sağlığımız oluyor bazen de profesyonel yaşantımızdaki bir ekip arkadaşımız, bazen maddiyatımız bazen maneviyatımız, bazen de çok ufak gibi görünse de hayatımıza zevk/anlam katan şeyler oluyor...

Şimdi soruyorum bizlere, bu yazıyı yazan kendime ve bu yazıyı okuyan size. Soruyorum: Sahip Olduğumuz Değerlerin Farkında mıyız ?

Bir sonraki yazımda tekrar görüşene dek hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi ve düşüncelerinizden "sahip olduğunuz değerlerin farkında olma" bilincini eksik etmeyin.

Tekrar Paylaşmak Üzere, Sevgi ve Saygılarımla
Devamını Okuyun »

Merhabalar,

Tatili bitirip gündelik hayata döneli 1 hafta oldu ve depoladığım enerjiyle paylaşımlarıma kaldığım yerden devam ediyorum.

Bu yazımda son zamanlarda etkilendiğim bir olguya; hayata her daim pozitif/olumlu bakabilmek olgusuna dikkatinizi çekmek istiyorum.

Ufak hadiseleri büyütüp olay yapan, bardağı hep boş tarafından gören bir anlayış hayatta ne kadar mutlu olabilir sizce ? Elbette (çok) mutlu olamaz. Peki, büyük olayları önemsemeyen, doluyu boşu bırakın bardağın varlığıdan habersiz bir anlayış çok mutlu olabilir mi ? Cevap elbette yine "hayır". Hmmm, o zaman mutlu olabilmek için orta yollu bir anlayışa sahip olmamız lazım sanki. Eee, o zaman da sıradanlaşmıyor muyuz, monotonlaşmıyor muyuz ? Şuan iki arada bir derede kalmış gibiyiz. "Bu hayatta nasıl (daha) mutlu olacağız" ın cevabını bulmak için orta yollu anlayışı biraz pozitifleştirip (aşırıya da kaçmadan) hayata pozitif/olumlu bakabilmek olgusuna sahip olmaya ve bunu becerebildiğimiz ölçüde yaşadığımız her saniyeye yaymaya çalışmalıyız.

Peki nasıl başaracağız bunu ? Yani en temelde neyi düşünmeliyiz, neye inanmalıyız ki hayata daha pozitif bakabilelim ?

Bence hayata pozitif bakmamızı sağlayan en temel duygu güven dir. Konuyu gündelik yaşamımıza indirgeyip bir kaç örnek vermek istiyorum;

- Maaşı dolgun, sürekliliği olan sağlam bir işiniz varsa bu size güven verir ve geleceğinize/kariyerinize pozitif bakarsınız.

- Bir defans oyuncususunuz ve arkanızdaki kaleci çok iyiyse, size güven veriyorsa işte o zaman maça pozitif bakarsınız.

- Amansız bir hastalığa yakalandınız ve iyileşmek için ameliyat olmanız şart. Eğer ameliyatınıza girecek operatör alanının en iyilerinden biri ise ameliyata pozitif bakarsınız.

- Girişimcisiniz ve girişim(ler)iniz inovatif (yenilikçi) ise ve değer taşıyor ise, kısacası girişim(ler)inize güveniyorsanız sektörünüze pozitif bakabilirsiniz.

Bunlara benzer örnekleri daha da çoğaltmamız mümkün, sizden ricam yazıya biraz ara verip aklınızdan bu örnekleri çoğaltın.

Peki ya bu güven unsurlarını göremediğimiz/bulamadığımız durumlarda!

Demek istediğim;

- Geleceğinize pozitif bakmanızı sağlayacak bir işiniz yoksa,

- Arkanızda yılların tecrübesine sahip iyi bir kaleci değilde genç ve acemi bir kaleci varsa,

- Olacağınız ameliyata katılan operatör alanının en iyisi değilse,

- Girişim(ler)iniz tutmadıysa ya da planladıklarınızın hepsini yapamayıp arzuladığınız maddi/manevi geri dönüşleri alamadıysanız...

Bunlara ek olarak, hani siz de yukarıdaki olumlu örneklere ilave yapmıştınız ya aklınızdan, bir de onların olumsuzlarını bu örneklere ilave edin yine. Ortaya kötümser tablolar çıkıyor değil mi aradığımız güveni bulamayınca.

Bulamadığımız bu güveni nerede arıyoruz: elbette (doğal olarak) ilgili olaylar çerçevesinde. Peki bu kötümser tablolarda bakış çerçevemizi daha da genişletsek, taa ki aradığımız güveni buluncaya kadar...

Diyelim ki bakış çerçevemizi hayatımızın tümünü kapsayacak şekilde genişlettik ve yine de aradığımız huzuru ve pozitifliği sağlayacak bir güven kaynağı bulamadık, o zaman ne yapacağız ?

İşte burada insan üstü, doğa üstü, üzerinde başka bir güç olmayan, en üstün güce güvenmek gerekiyor. Yani, bu evrendeki, dünyamızdaki eşsiz düzeni kuran ve yöneten yüce yaratıcıya, Allah'a (c.c) güvenmek gerekiyor. Çünkü herşey O'nun yönetimindedir. Ne kadar olumsuzluk yaşarsak yaşayalım bunları O'nun izniyle yaşıyoruz ve yaşadıklarımızın bizi nereye götüreceğini sadece O, yani yüce yaratıcı Allah (c.c) biliyor. Bizim sonunda olumsuzluk beklediğimiz olayların hayatımıza olumluluk getirebiliceği ihtimalini her zaman düşünmeli ve bunun için yaratıcımıza güvenmeliyiz.

Yaşanılan herşeyin yüce yaratıcının kontrolünde/yönetiminde yaşandığını bilirsek hayata pozitif bakabilmemiz için gereken güveni her daim hissedebilir ve hayata her daim pozitif bakabiliriz.

Sonraki yazımda tekrar görüşene dek hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar Paylaşmak Üzere,

Sevgi ve Saygılarımla
Devamını Okuyun »

Merhabalar,

Tam bir sene önce Bütün Dünya Buna İnansa, Bir İnansa... başlıklı yazımda 5.si düzenlenen Türkçe Olimpiyatlarından bahsetmiştim.

Bu yıl 6. sı düzenlenen olimpiyatlarda da gerçekten çok güzel ve gurur okşayıcı görüntüler vardı. Türkçe Olimpiyatlarına bu yıl tam 110 ülkeden katılım gerçekleşmiş. Geçen sene bu sayı 100lerde idi sanırsam. Bu da organizasyonun giderek globalleştiğini gösteriyor.



Olimpiyatlarda emeği geçen herkese şükranlarımı ve tebriklerimi sunuyorum ve sizi finale kalan 10 global kardeşimiz ve seslendirdikleri türkülerimiz/şarkılarımız ile başbaşa bırakırken son olarak şunu ifade etmek istiyorum: Lütfen en tarafsız halinizle bu videoları izleyin, eminim ki sizinde gururunuz okşanacak...


TÜRKMENİSTAN - DÖN GEL BİRTANEM


ENDONEZYA - SEN AĞLAMA


AZERBAYCAN- BEN SENİ SEVDİĞİMİ


LETONYA - GÜLÜ SUSUZ SENİ AŞKSIZ BIRAKMAM


MOĞOLİSTAN - HARMANDAN


ARNAVUTLUK - RÜZGAR


KAMBOÇYA - ÇİLE


TACİKİSTAN- Aldım Başımı Gidiyorum


RUSYA - SEN GELMEZ OLDUN


YEMEN - ANADOLU


Sonraki yazımda tekrar görüşene dek yüzünüzdengülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar paylaşmak üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.
Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,

Sabah en taze en yenilenmiş halinizle yataktan kalkıyorsunuz, güzelce kahvaltınızı edip, şık bir şekilde giyinip kuşanıp işe gitmek üzere yola çıkıyorsunuz. Bir de buna "neredeyse kurak geçen kocaman bir yazdan sonra yağan yağmur" eklenince değmeyin keyfinize, mutluluğunuza. Evden çıkıp toplu taşıma aracını kullanmak üzere durağa geliyorsunuz şemsiyenizi kullanarak. İşte bundan sonra maceranız başlıyor...



Yağan yağmurun verdiği sevinçle birlikte MFÖ'nün "Bu sabah yağmur var istanbul'da..." şarkısını mırıldanarak durakta bekliyorsunuz. Kulağınıza gelen bir ses sizi dikkatlice sağınıza bakmaya yöneltiyor. Sağınıza iki saniye bile bakmadan bu sefer de bir su sesiyle solunuza bakmaya yelteniyorsunuz ve refleks olarak bir yerlere kaçma telaşındasınız ama olmuyor, çünkü zaten camekan durağın en dibindesiniz... Ve olan oluyor, içinizdeki endişe haklı çıkıyor, yüzünüzden ayağınıza kadar bir anda sırılsıklam ıslanıyorsunuz, giydiğiniz açık renkli kıyafetin tamamı kaldırım dibindeki o su birikintisinden nasibini alıyor ve rezil rüsva oluyor. Suratınıza sıçrayanları ise hiç düşünmeyin bile... O anda teselli bulduğunuz tek nokta ise yanınızda ki diğer iki kişi, onlarında durumu sizden farksız çünkü...

O anlık kısa şoku atlattıktan hemen sonra buna oradan geçmekte olan bir aracın sebep olduğunu tahmin ediyorsunuz. Evet tahmin ediyorsunuz, çünkü göremiyorsunuz, çünkü gözlerinizde silecek yok, sadece arabaya benzer hareket halinde hızlıca giden koyu renkli bir varlık gördüğünüz...

İşin garip tarafı yaklaşık 10 dakikadır durakta aynı konumda beklemektesiniz, ancak nedense bu yaşadığınıza sadece ve sadece o araç ve aracın içindeki araç sahibi neden oluyor. Hmm, o zaman bu araç sahibinin, aynı yerden geçen onlarcasından bir farkı olmalı dimi ? Tabi bu farka neden olan sıfatları o anki psikolojiniz ve kişiliğiniz belirliyor, ben burda o sıfatları yazmak istemiyorum, zaten anlamışsınızdır.

O kişide zaten yüklü olan bu sıfatları kelimeye döktükten sonra durumu kabulleniyorsunuz mecburen. Evet durum şu; 10 saniye gibi kısa bir sürede bütün olumlu psikolojiniz tersine dönmüş durumda, bir çevrenize bakınıyorsunuz bir üzerinize, tabi mendil ile yüzünüzü gözünüzü temizlemeye çalıştıktan sonra. Evet, malesef yapacağınız tek bir şey var ve onu yapıp paşa paşa evinize geri dönüyorsunuz. Tabi sizi bu halde karşısında gören aile bireylerine de bir açıklama borçlusunuz.

Sonrasında hızlıca bir duş alıp, yeni kıyafetinizi giyip yine aynı duruma düşme riskini göze alarak yeniden durağa doğru yola koyuluyorsunuz. Haa, unutmadan aynı zamanda geç kaldığınız iş yerinize de durumu haber vermek durumundasınız.

Nihayet, kazasız belasız iş yerine erişiyorsunuz, artık emniyettesiniz. Neyseki bütün bunlara sebep olan araç sahibine benzer birileri tekrar karşınıza çıkmadı. Herşey yolunda gibi, ama günün geri kalanını nasıl geçirmeyi umuyorsunuz ?

Bu anlattıklarım ne bir masal, ne de bir deneme, en ince ayrıntısına kadar bu sabah bunları yaşadım maalesef sevgili okurlarım. Günümün devamında ise her ne yaptıysam olması gereken verimi alamadım ve gelip burada paylaşam ihtiyacı duydum. Bu ihtiyacı duydum, çünkü "eğer bir araç sahibi iseniz ve su birikintilerini umursamayanlardansanız bu ufak görünen ayrıntının insanların gününü nasıl berbat edebileceğini görmenizi" istedim.

Bu araç kullanıcısıyla hayatımda belki hiç karşılaşmayacağım, karşılaşmak mümkün olsa bile "sizi sırılsıklam eden kişi bendim" diyecek hali de yok zaten. O zaman benim yapacağım bişey kalmıyor malesef, varsın ne şekilde nerede hakkımı ödeyeceğini o zaat-ı muhterem düşünsün.

Şimdi daha sakin bir şekilde düşünüyor ve bardağa dolu tarafından bakmaya çalışıyorum da; ileride bir araç edinme ihtiyacı duyarsam ayrıntılara önem veren bir kullanıcı olarak direksiyon başına geçeceğim kesinlikle.

Su birikintilerinden itina ile hızlı geçip bir sorumsuzluk örneği sergileyen ve kenidini bize borçlu kılan araç sahiplerine rağmen tekrar görüşene dek yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar paylaşmak üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.
Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,

İki haftadır girişim incelemelerimden ziyade daha çok kavramlar üzerinde "sorgular bir tavırla" değer verdiğim konular üzerine yazıyorum. Nitekim bu yazımda da bu konsepti koruyor olacağım. (Bunun nedeni de 2 haftadır içerisinde bulunduğum duygu yoğunluğu olabilir.)

Hepimiz hayatın belli kademelerinde belli sıfatlarla yaşantımızı sürdürüyoruz. Kimimiz bilişim sektöründe bir çalışan, kimimiz yönetici, kimimiz de başka bir sektörde başka bir konumda. Bazılarımız anne ya da baba, dede ya da nine, amca ya da hala, ya da daha büyümedik çocuğuz, kısacası bir aile ferdiyiz.

Özetle hayatımıza hangi sıfatlarda ve şekillerde devam edersek edelim hepimizin görevleri ve sorumlulukları var.

Peki ya görev ile sorumluluk aynı şey mi, değilse farkları ne?

İsterseniz gelin öncelikle kelimlerin sözcük anlamlarına bakarak işe başlayalım ve kaynağımız da Türk Dil Kurumu olsun. Güncel Türkçe Sözlüğe baktığımızda ise aşağıdaki yanıtları buluyoruz;

Görev:
isim
1 . Bir nesne veya bir kimsenin yaptığı iş.
2 . İşlev.
3 . Resmî iş, vazife: "Cavit Bey, görevi ona verdiği gün, Abdi Bey çok sevinmişti."- A. İlhan.
4 . dil bilgisi Bir cümlede bir dil biriminin öbür birimlerle ilişkisi aracılığıyla yerine getirdiği iş.
5 . fizyoloji Bir organ veya hücrenin yaptığı iş.
6 . matematik Bir değerin başka değerlerle olan ilişkisi.

Sorumluluk:
isim
Kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesi, sorum, mesuliyet: "Babam bütün sorumluluğu üzerine aldı."- M. Yesari.

Kelimelerin sözcük anlamları böyle, peki gerçek hayatımıza yansımaları nasıl ?

Çevrenizde felancanın tam bir görev insanı olduğunu duymuşsunuzdur, belkide bu iltifata siz de maruz kalmışsınızdır ya da iltifatı siz yapmışsınızdır. Peki tam bir görev insanı olmak ne kadar yeterli ? Kabaca tarif edersek "verilen görevi eksiksiz olarak ve zamanında yerine getiren kişi" görev insanıdır.

Beyinden aldığı emirleri eksiksiz ve zamanında yerine getirebilen sağlıklı bir eli düşünelim. Aldığı emir ne olursa olsun yerine getirir. Bu bir cinayet işlemek olsa da. Yani sonuç önemli değildir el için.

Ya da üretmeyi planladığı bir otomobil projesini hayata geçiren bir otomobil firmasını düşünelim. Ürünü lanse edeceği tarihe yetiştirmek adına (belkide projede süreyi uzatabilecek kritikleri dikkate almadan) model tamamlanır ve ortaya çıkan işe dışardan bakıldığında takdir toplar. Burada sonuç otomobil modelini üretip lanse etmek gibi görünüyor.

Sizce verdiğim bu iki örnek te eksik bişeyler yok mu?

Elimiz emirleri aldığı gibi uyguluyor, tam bir görev uzvu gibi, hemde sonuçlarını düşün(e)meden. Kısacası sonuca bakmadan görevini yapmıştır diyebiliyoruz bilimsel olarak. İşte buradaki eksik nokta; yapılan iş ile sonuçları arasındaki bağları yorumlayabilme yeteneği olmamasıdır elin. Bu beceri beynin sorumluluğundadır. Yani bir iş yapılırken beyin karar alıyor ve uygulatıyor, yapılan işin sonucunu da düşünerek hareket ediyor, yani sorumluluk alıyor.

Diğer örneğimizde görev otomobili üretmek idi peki ya sorumluluk? Ürettiğiniz otomobil ne kadar sağlam ve ne kadar güvenli ise o derece firma sorumluluk alıyor demektir.

Gelelim İnce Çizgilere...

Gerek verdiğim örneklerden gerekse yaşantımdan elde ettiğim çıkarımlar ile bu ince çizgileri şöyle sıralayabilirim;

- Görev kişiye başkası tarafından verilir, sorumluluk ise verilen göreve ek olarak (verilmeden) kişi tarafından alınır.

- Görevin yeterliliği bilimsel olarak ölçülebilir, sorumluluk ta ise bilimsel bir yeterlilik yoktur. Sorumluluk yerine getirilen göreve göre çok daha göreceli bir kavramdır.

- Görev de yapılan işin kendisi önemlidir, sorumlulukta ise sonuçlar daha önemlidir. Yapılan işin çevresine olabilecek olumsuz etkileri öngörülmeye ve önlem alınmaya çalışılır.

- Bir görev insanı aynı zaman da sorumluluk sahibi demek değildir. Görevini yapar ve gerisi ile ilgilenmeyebilir. Sorumluluk alan bir insan ise (çoğu zaman - istisnalar kaideleri bozmaz) aynı zaman da iyi bir görev insanıdır diyebiliriz.

Evet artık görev ve görev insanı ile sorumluluk ve sorumluluk alan kişi arasındaki farkları daha iyi kavrayabildiğimizi umuyorum.

Biraz da bilişim ve internet sektörlerimiz için bir kaç cümle edelim...

Yapılan projelerin, çalışmaların ve girişimlerin kısa sürede çok fazla kişiyi etkileyebildiği nadir sektörlerden birisidir Bilişim Sektörü. İnternet ise bu yeteneğin sektörde en üst düzeye çıktığı bir alanıdır Bilişim sektörünün.

Sektörümüz için bir örnek verecek olursak; aklınıza gelen ve tutacağna kesin gözüyle baktığınız bir projenizi ele alalım. Belli bir düşünce aşamasından sonra o projeyi geliştirmek ve sunmak artık bir görev, bir hedef haline gelir sizin için. Bu görev ya da hedefin de ana amacı da bellidir; para kazanmak ya da proje ile birlikte ünlü olmak. İşte bu nokta da; proje hayata geçirildiğinde olası sonuçlarını dünüyorsanız ( bu olası kazanılacak para ya da ünü düşünmek değil tabi ki ) sorumluluk hissediyorsunuz demektir. Yani proje belki çok para ya da ün getirecektir ama, ya sosyal bir çökünüye ön ayak olacaksanız proje ile. Ya da projenizden zarar gören insan (canlı) sayısı, faydalanan insan (canlı) sayısıdan çok daha fazla olacak ise...!

Projenizi hedef ve görev olarak görürüken, olası sonuçlarını düşünüp gerektiğinde geniş çaplı düzenlemeler yapabiliyorsanız, hatta vazgeçebiliyorsanız sorumluluk duygusuna sahipsiniz demektir. Belki de o vazgeçtiğiniz proje yerine yapacağınız bir "sosyal sorumluluk projesi" ile ya da projenizin düzenlenmiş yeni hali ile uzun vadeli çok daha fazla kazanımlar elde edebilmeniz mümkün olabilecektir.

Girişimci arkadaşlara tavsiyem; projelerini gerçekten çok iyi süzerek ( yani her türlü sonuçlarını tahmin ederek ) hayata geçirsinler. Bunu belirtmemin nedeni "önce bir şekilde paramı kazanayım sonrasında bu olası sonuçları bol bol düşünürüm" şeklindeki yanlış anlayışla sık sık karşılaşmam aslında. Bu şekilde ki düşüncelerler hayat geçirilen projeler kısa vadeli ve görü dönüşleri saman alevi gibi olacaktır.

Web projeleri üreten bilişim firmaları içinde benzer durumlar söz konusu olmalıdır. Üretilen her projenin sosyal yankıları ve etkileri düşünülmeli, ortaya çıkabilecek her durum için sorumluluk alınabilmelidir.

Konuyu toparlayacak olursak; Görev ve sorumluluk arasındaki ince çizgileri sizlerle paylaşmaya çalıştım. Konu hakkındaki eklemek istediklerinizi ya da karşı çıktığınız noktaları lütfen paylaşın, paylaşın ki sizden sonraki okurlarımız da konuyu daha geniş çerçeveden görebilsinler. Bu da bir sorumluluk örneği olsa gerek ;)

Bir sonraki yazımda tekrar görüşene dek yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar paylaşmak üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.
Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,

Her zaman imrenmişimdir Fransa, Almanya gibi ülkelere sırf kendi dillerine sımsıkı sahip çıktıları için. Yine aynı zamanda da yakınmışımdır niye kendi dilimize sahip çıkmıyoruz, güzel türkçemize yaşatmak adına atılımlarda bulunmuyoruz diye.

İğneyi başkalarına batırmadan çuvaldızı kendime batırmak istiyorum öncelikle. Günlük hayatımda, gerek özel gerekse iş yaşantımda yabancı kelime özentisi ya da ağız alışkanlığı bende de var maalesef az da olsa. Bunu gidermemin sanırım en iyi yolu da dikkat etmek ve kullandığım kelimelerin türkçesini iyice kavramak ve bunları kullanmaya kendimi zorlamak olacak. Umarım kısa sürede bende bu yabancı kelime özentisinden kurtulurum.

Şimdi başlık ile bu anlattıklarımın arasındaki bağlantıyı merak ettiğinizi hisseder gibiyim ve hemen konuya girelim dilerseniz.

"Bütün Dünya Buna İnansa, Bir İnansa..." kelime disizi hatırlayacağınız üzere eski bir şarkıdan bir kuple ve bugün özel bir televizyon kanalında rastladığım bir olimpiyatın kapanış şarkısı.


Uluslararası Türkçe Olimpiyatlarının 5. sinden bahsediyorum elbette. Olimpiyatlar tamamlandığını ve 100 ün üzerinde ülkeden katılan yarışmacı kardeşlerimizden dereceye girenler hediyelerini aldıklarını öğrendim finalde. Keşke bu olaydan daha önce haberdar olsaydım ve sizinle de daha önce paylaşabilseydim.

Yarışma finalinin çok azını izlememe rağmen yaşadığım duyguları ve gururu inanın tarif edemiyorum. Düşünsenize 100 den fazla ülkeden gelen genç nesiller sizin dilinizi güzel konuşmak için yarışıyor. Yazımın girişinde bahsettiğim imreniş ve yakarış düşüncelerim öylesine rahatladı ve kendine geldiki bu organizasyon ile. Demek ki bizde dilimize sahip çıkıyoruz, hatta sahip çıkmadan öte diğer insanları da bu güzelliğin içerisine çekiyoruz. Emeği geçen herkese sevgilerimi, saygılarımı ve tebriklerimi sunuyorum buradan.
Bütün bu sağduyulu gayretleri görünce bloğumda buna yer vermeyi ve sizlerle paylaşmayı kendime görev bildim kendime, ayrıca artık kendi adıma daha da dikkatli davranıyor olacağım güzel türkçeme.

Bu güzel ve gerekli organizasyon ile ilgili tüm bilgilere ve ilgili videolara buradan ulaşabilirsizin. Kesinlikle kendinizi mahrum etmeyin, inanın kendinizi olduğunuzdan daha iyi hissedeceksiniz.

Umarım önümüzdeki sene 6.sı düzenlenecek olan organizasyon için aynı güzellikte bir de internet kampanyası düzenlenir. Bu sene ki organizasyonun tek eksiği de bu olsa gerek.

Sonraki yazımda tekrar görüşene dek yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar paylaşmak üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.

Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,

Hiç düşündünüz mü, bir gülümseme bizler için neler neler ifade edebilir?

Bir gülümseme; sevginin ve insan olmanın anahtarıdır.
Bir gülümseme; iç dünyamızın güzelliklerini, dışa yansıtır.
Bir gülümseme; bir külfeti yoktur, fakat çok şey kazandırır.
Bir gülümseme; evde saadet, iş yerinde muvaffakiyettir.
Bir gülümseme; başkalarına ikramda bulunmak demektir.
Bir gülümseme; vereni fakirleştirmeden, alanı zenginleştirir.
Bir gülümseme; bir an sürer, bazan ise ebediyen yaşar.
Bir gülümseme; yorgun olan insanı dinlendirir.
Bir gülümseme; ümitsiz olana neşe ve hayat bahşeder.
Bir gülümseme; karanlık bir çehreyi aydınlatabilir.
Bir gülümseme; satın alınmaz, rica ile elde edilemez.
Bir gülümseme; ödünç verilmez, çalmak da mümkün değildir.
Bir gülümseme; kendiliğinden verilmedikçe, işe yaramaz.
Bir gülümseme; ona ihtiyacı olanlara ilâç gibi gelir.
Bir gülümseme; sevgi köprülerini sağlamlaştırır.
Bir gülümseme; bazan bir hayat kurtarır.
Bir gülümseme; bazan bir savaşı da önler.
Bir gülümseme; bazan gülümseyemeyeni gülümsetir.
Bir gülümseme; sadaka yerine geçer, sevap kazandırır.
Bir gülümsemeyi, gülümsemeye ihtiyacı olana bol bol verin!
Bir gülümsemeye, gülümseyemeyenlerin, ihtiyacı olduğunu unutmayın!
Bir gülümseme için hiç kimse, ona ihtiyaç duymadan yaşayacak kadar zengin ve kuvvetli değildir.

Sürekli gülümsemek ve gülümsemelerle karşılanmak dileğilye...

Tekrar Görüşmek Üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.
Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,

Teknik konuları biraz kenara bırakıp, aklımıza gelebilecek tüm konuları etkileyebilecek sosyal bir konuyu yorumlamak, fikirlerimi siz değerli okurlarıma sunmak istiyorum müsadenizle. Bu konudaki düşüncelerimi Webrazzi Forum'daki bir konu hakkında yazılan yazıların etkileşimi sonucunda sizlerle paylaşmak istediğimi de belirtmeden edemeyeceğim.

Türk milleti olarak diğer milletlere göre, daha pratik düşünen, karşılaştığı problemlere her zaman çözüm bulabilen, tabiri caizse daha yaratıcı bir millet olduğumuzu söyleriz. Benim kesinlikle doğru olduğuna inandığım düşüncelerdir bunlar. Ancak şöyle bir durum varki; eminim sizinde beyninizi kurcalıyordur; "peki hakkaten böyle bir milletiz de neden halen gelişmeye çalışıyoruz, neden bizim de dünya çapında başarılı olan projelerimizin (web projeleri ve aklınıza gelebilecek diğer sektörlerdeki projeler) sayısı çok az ve neden dünyamızdaki gelişmeleri "sürekli defans yapan bir futbol takımı" gibi sadece izleyip önlemler almaya çalışıyoruz?" Bu tip soruları uzatmak öyle mümkün ki bunları yazsak tarayıcımızdaki dikey kaydırma çubuğunu (scroll bar) 3-4 mm yüksekliğinde ancak görürüz herhalde.

Benim tüm bu sorulara aslında tek bir cevabım var. O da; Yaptığımız iş ne olursa olsun genel olarak "önce oluşum sonra altyapı" düşünme yapısı ile hareket ettiğimiz için.

Oysa ki bu düşünce yapımızı tersine çevirerek, "önce altyapı sonra oluşum" düşünce yapısı ile hareket etsek işte o zaman yukarıdaki tüm bu sorular zamanla tarihe gömülüyor olacak milletimiz ve devletimiz için.

Peki tam olarak nedir "önce altyapı sonra oluşum" düşünce yapısı? Aslında yeterince anlaşılır ve bir okadar da net bir kavram bu bence. Öyleki; yaptığımız, yapmakta olduğumuz ya da yapacağımız çalışmalar sonucunda ortaya çıkacak olan oluşumun ( ben tüm çalışmaların meyvesine genel olarak oluşum diyorum ) altyapısını baştan en iyi şekilde yapılandırmaktır. Bir başka deyişle, yaptığımız iş ne olursa olsun, toplumda hangi görevi yerine getiriyor olursak olalım, planlı çalışmaktır, hemde öyle planlı ki yapacağımız işin sonunu görebilecek ve ona göre çalışmalarımıza yön verebilecek, yatırımlarımızı sağlam yapabilecek kadar.

Aksi durumda ise güncel olarak yaşadıklarımız ortaya çıkıyor maalesef. Sokağımızın önü defalarca kazılıp defalarca kapatılıyor. Tabiri caizse; önce plazalar yükseliyor bir sürü, ardından zorunlu kalındığı için altyapı yenilenmeye, yollar yapılmaya, trafik sorunları çözülmeye çalışılıyor ülkemizde. 40-50 sene önce yapılmadığı için raylı sistemler bugün yeni bir raylı sistem hattı açılacak diye bayram ediyoruz neredeyse.

Transfer döneminde hâl vurp harman savuran spor kulüplerimiz geliyor hemen aklıma. Onca başarız transferin ardından Avrupa kapısından geri dönmek durumunda kalıyor devlerimiz. Oysaki yanlış yapılan bir transfer yerine altyapıya harcansa o transfer parası, biraz önem verilse altyapıya ve birazda sabırlı olunsa (kulüpler ve taraftarları) en fazla 3-4 sene içerisinde daha çok Arda'ları, daha çok Muhammed'leri konuşuyor ve Avrupa'da zaferler yaşıyor olacağız belkide. Sponsor gelirine hapsolmuş takımlarımız, sporu ve futbolu ülkemizde de bir endüstri haline getirecekler belkide bu sayede.

Asıl uzmanlık alanımız ile ilgili de bir örnek verelim isterseniz. Bir web girişimi yapıyoruz, fikir çok güzel, kesin tutacak diyoruz, ama beklentilerimiz ve hedeflerimiz doğrultusunda bir altyapı kur(a)madığımız için daha tanınma evresinde web altyapımız karşılamıyor beklentileri. Sonra aynı fikir, bir başkası tarafından çok daha sağlam bir şekilde yapılandırılarak sunuluyor önümüze ve bize de "bunu ben daha önce düşünmüştüm ama" demek kalıyor malesef. Düşünüyorum da; acaba Google ya da Youtube, "önce altyapı sonra oluşum" düşünce yapısı ile değilde ülkemizde hüküm süren "önce oluşum sonra altyapı" düşünce yapısı ile yapılanarak pazara girselerdi nasıl olurdu bugünkü durumları? Adlarını bile duyar mıydık acaba?

Maalesef, bu olumsuz düşünce yapımız ile başarılı yapılandırılamamış böyle projelerimiz yüzünden halen gelişmeye çalışıyoruz ülke olarak. Boşuna harcadığımız yada harcamak zorunda kaldığımız, kaybettiğimiz; para ve zaman gibi maddi ve manevi değerler o kadar büyük ki ölçmek bile imkansız oluyor. Dünyadaki başarılı projelere baktığımız zaman ise neredeyse %80 inin başarısının altında sağlam bir altyapı yatıyor. Bu sayede gelişiyor, maddi ve manevi güçleniyor günümüzün güçlü ülkeleri. Dilerseniz çok uzağa gitmeyelim ve Turkcell' imize bir de bu açıdan bakalım. Sırf sağlam altyapısı ile yaklaşık 40 milyonun tercihi olmuyor mu sizce?

Umarım; artık ulus olarak yaptığımız her işte "önce oluşum sonra altyapı" düşünce yapısından sıyrılıp "önce altyapı sonra oluşum" düşünce yapısına geçeriz bir an önce. İşte o zaman önümüz o kadar açık, o kadar parlak ki, düşündükçe heyecan duyuyorum. Ya Siz?

Tekrar görüşmek üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.

Not: Bu yazıyı ne kadar fazla kişiyle paylaşırsak o kadar faydalı olacağına inanıyorum. Hatta bir blog sahibi iseniz bu konu hakında bir yazı yazmanızı da rica ediyorum. Böylece konunun daha fazla kişi tarafından dikkate alınacağını ve düşünce yapısı değişimi sürecinin hızlanacağını düşünüyorum.
Devamını Okuyun »


Tekrar Merhabalar,

Hani bir olgu vardır ya; defalarca izlersiniz, gülersiniz, sonra aklınıza gelir yine izler ve gülersiniz...sonra yine, sonra yine... Bu böyle devam eder. Evet bana göre bu olgu sevgili ve rahmetli Kemal Sunal idi. Tv deki rastladığınız bir filmini belki 10 defa izlemişsinizdir ve buna rağmen 11. kez daha ayrı bir zevkle izlersiniz filmi ve her defasındsa başka bir mesaj dikkatinizi çeker, başka bir espiriye daha fazla gülersiniz...

Peki rahmetli Kemal Sunal'ın bu vizyonunu kim üstlendi. Yani bugünlerde kimi kana kana, kimi tekrar tekrar izleyebiliyoruz ? Elbette Kemal Sunal'ın boşluğu hiçbir şekilde doldurulamaz ama benim bahsettiğim bayrak değişimi. Bence bu vizyon henüz üstlenilemedi. Yani bayrak boşta hala. Sevgili Cem Yılmaz bu anlamda biraz ışık şaçıyor, ama bazı anketlerde de son günlerin popüler tiplemesi "Gaffur" dan da geride kalabiliyor. Yani şuana kadar kimse vazgeçilmez eğlenti boşluğunu doldurmuş değil. İnanın bu boşluğu kimin tam manasıyla dolduracağını bende en az sizin kadar merakla bekliyorum.

Peki İdris Bey bu yazıyı ne için yazdınız, sadece bunları paylaşmak için mi? diye sorular sormaya başladığınızı hisseder gibiyim. Bu yüzden asıl konuya dönelim hemen isterseniz.

Bu vazgeçilemez eğlenti olgusunu sorgulamaya ve birilerine giydirmeye çalışırken, kendimde bir yeni yeni oluşan bir olguyu farkettim. 3 ay kadar önce izlediğim 2 video yu fırsat buldukça tekrar izlemeye çalıştığımı ve her defasında da güldüğümü farkettim.

Evet, bu videolar video paylaşım servislerinin zirve yapmasıyla hayatımıza giren iki video;
Sütü seven kamyoncu, ve Bana Kitap Al videoları :)

Evet 3 kafadar arkadaşın zeka ve komedi anlayışının ürünü olan bu videolardan ilki youTube da 1,600,000 den fazla izlenmiş.. ( 26 Aralık 2007 itibari ile ) Yani, "küllerinden doğmak" deyimi vardır ya işte bire bir bu gençleri tarif ediyor sanki. Çünkü onlar bu izlenme rakamı ile youTube de en çok izlenen videolar arasındalar. Yani Onlar küllerinden doğdular ve zirve yaptılar...

İşte size videolar, belki halen izlemeyeneniniz vardır diye buraya da ekliyorum. :)

10 sene önceye kadar sevgili Kemal Sunal'ın filmlerinden vazgeçemezken, şimdi çok rahatlıkla ulaşabileceğimiz net videolarından vaz geçemiyoruz.. Peyi ya 10 sene sonrası ?
Sizce de vazgeçilemez eğlenti olgusu zamana göre başkalaşmıyor mu?

Tekrar görüşmek üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.


( Bu arada yazımı tamamladığıma göre, kendimi daha fazla frenlemeyip videoları tekrar izlemeye ve gülmeye koyulabilirim. :) )

Sütü Seven Kamyoncu


Bana Kitap Al
Devamını Okuyun »