Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Zafer; imkansızlıklar arasında kazanılandır, doğru orantılarla değil, orantısızlıklar içinde ters orantılanandır. Zafer kelimesinin nice karşılığını defalarca öyle güzel gösterdi ki ecdadımız; onlar tarih yazdı, destanlar yazdı, zaferler yazdı..

Malazgirt, Sırpsındığı, Kosova, Niğbolu, İstanbul’un Fethi, Çanakkale, Sakarya, Dumlupınar ve daha niceleri.. Evet, başkaları değil bu destanları bir bir bizim atalarımız, bizim ecdadımız yazdı.

İşte bunlardan destanlardan birisi de Çanakkale Zaferi..  Ancak Çanakkale Zaferini anlatmaya kalkışmayacağım.. Haddimi biliyorum, çünkü bizzat yaşayan üstâdlar, dönemin usta kalemleri zaten öyle bir anlatmışlar ki.. Etkilerinde olduğum o şiirleri, o anlatımları taklit etmekten öteye geçemeyeceğimi çok iyi biliyorum..

Niyetim bu seferlik bardağa biraz da boş tarafından bakmak, farkında olmadıklarımıza ilk kez, farkında olduklarımıza da yeniden dikkat çekmek istiyorum. Geçmişimden gururluyum, geleceğimden oldukça umutluyum… Ama şimdiden şikâyetçiyim..

Atalarımızın onca kahramanlıklarına rağmen; biz, ecdadın evlatları ve torunları olarak okuyabiliyor muyuz bu destanları ? Bakın destanlara yenilerini eklemekten, yeni yeni destenlar yazmaktan söz etmiyorum.. Yazılmışları hak ettiğince okuyabiliyor muyuz, anlayabiliyor muyuz ?

Ecdadımız kendisine yönelen tehlikeleri doğru okuyup, doğru yorumlayıp, doğru anlayıp doğruları yapabilmiş. Yaşadıkları dönemlerde ne yapmaları gerekiyorsa onu yapmışlar. Çoğunlukla savaşmak gerekmiş savaşmışlar, fethetmek gerekmiş fethetmişler, direnmek gerekmiş direnmişler… Hem de dünyada eşi görülmemiş şekillerde.. Onlar tüm değerlerine, dinlerine, kültürlerine ve benliklerine sahip çıkmışlar ve bu uğurda üzerlerine düşeni fazlasıyla yapmışlar aslında..

Gelelim bize…

Değişmeyen bir takım evrensel kavramlar haricinde Dünya sürekli değişiyor, bir dönemin insanları sıcak savaş içinde yaşarken, başka bir dönemde yalancı barış naraları atılabiliyor…

Bir şeyler hakikaten değişiyor.. Yöntemler değişiyor, kılıflar değişiyor.. Yarım asır öncesine kadar var olan savaş yöntemleri, yerini farklı farklı işgal ve sömürge yöntemlerine bırakıyor bir bir… İnsanlık yöntemlere bağışıklık kazandıkça yenilerini üretiyor sürekli. Öyle ki; devletler arası direk müdahalelerin çoğunluğu artık günümüzde dolaylı yollardan yapılıyor.. Birileri uyutuyor, birileri de maalesef uyutuluyor..

Hani “delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu” demiş ya eskiler, aslında pek çok şey çıkalı yine pek çok şey bozuldu.. Ben bu yazıyı yazarken ve siz bu yazıyı okurken çıkan pek çok şey, pek çok değişime önayak olacak ve doğru algılayıp doğru kullanmazsak pek çok şeyimizi bozmaya çalışacak..

Aman ha, değişim ve yenilik karşıtı olduğumu sanmayın, ben yeniliklerin, buluşları ve değişimlerin getirdiği yanlışların, bozulmaların karşısındayım..

Her şey bu denli bozulurken ve bozulmaya müsait hale ge(tiri)lirken, ya bütün bozulanlar arasında kalan benliğimiz… kimliğimiz… kişiliğimiz… ?

Okuyan, sorgulayan, üreyen ve üreten, geliştiren ve gelişen, kısaca her anlamda aktif bir milletin, nasıl da böylesine pasif olmasına göz yuman, belki de katkı yapan, çaresiz kalan kişiliğimiz…

Ve benzer kişiliklerin oluşturduğu bir toplum… Kısacası etkin değil edilgen bir toplum.. Üreten değil tüket(tiril)en bir toplum.. Bırakın yazmayı doğru dürüst okumayan, bilinçli konuşmayan, kulaktan dolma konuşan bir toplum.. Dinine, diline, benliğine sahip çık(a)mayan bir toplum…

95. yılını gururla andığımız 18 Mart Çanakkale Zaferi yıl dönümünde lütfen biraz düşünelim…

Evet.. Çanakkale geçilmezdi, geçilemezdi ve nitekim geçilemedi de.. Çünkü o zamandan bu zaman çok şey değişti… Toplum yapımız değişti, hatta benliğimiz de değişti..

Ve soruyorum size; üzerimize oynananlar karşısında, değişimlerle birlikte geliştirilen her türlü yozlaştırma ve başkalaştırma hamlelerine karşı benlik kalelerimiz ne kadar sağlam ? Tüm bu değişimler karşısında pasifleşen benliğimizin kaleleri ne kadar geçilmez ?

18 Mart Çanakkale Şehitlerimizi rahmetle anıyor ve millet olarak içinde bulunduğumuz durumu da hakikaten düşünelim istiyorum…



Uzun zaman sonra bir makale yazmış oldum. Devamı da gelir inşaalllah. Sonraki yazılarımda ve paylaşımlarımda tekrar görüşmek üzere..
Selam ve Dua ile.
Devamını Okuyun »

Kişisel Gelişim terimini duymayanımız yoktur. Öğrencilik hayatımızda, iş hayatımızda, özel hayatımızda bir şekilde muhakkak karşımıza çıkmış ve muhakkak belli bir dönem teslim almıştır bizi.

İçinde yaşadığımız, değişimi ve gelişimi (ivmeli olarak) sürekli artan dünya düzeninde gelişim öyle kaçınılmaz ki; sürekli kitaplar okur, seminerlere katılır, hatta uzmanlardan eğitimler alırız geri kalmamak, gelişmek için. Bazen birşeyleri yakalama ihtiyacımız olmasa bile içimizdeki mükemmeliyetçilik isteği de neden olur tüm bu gayretlere.

Okuduğum kitaplardan, katıldığım seminerlerden anladığım kadarıyla olay şöyle cereyan ediyor aslında. Bir ulaşılmak istenen seviye var, bir de bizim olduğunuz seviye ve bu seviyenin birimi hiç önemli değil. Artık aklınıza ne gelirse, gelişme ihtiyacı duyduğunuz alan ister konuşma becerisi olsun, ister dinleme, ister hızlı düşünebilme becerisi olsun, ister dinlenebilme, ister sevme becerisi olsun, ister hayır diyebilme. Yine kavrayabildiğim kadarıyla da; bu iki seviye arasındaki farkı kapatma çabası kişisel gelişimin ta kendisi oluyor.

Buraya kadar hiç bir problem yok, her şey doğal, olması gerektiği gibi, zaten kişisel gelişim karşıtı da değilim :) Tam tersi esir aldığı kişilerden birisiyim :)

Biraz uzun bir giriş oldu ama yazımda asıl değinmek istediğim istisnai (çok bahsedilmeyen) bir durum/kavram var; o da Kişisel Gerileyiş.

Çoğu kez farkında olmasakta, kabullenmesekte ya da kendimize yakıştıramasakta yaşadığımız, maruz kaldığımız bir durum kişisel gerileyiş. Hatta bazı durumlarda hayatı ters düz edebilecek bir durum.

Yukarıda iki seviyeden bahsetmiştim, hatırlayacak olursak, birisi bizim bulunduğumuz seviye, diğeri ise ulaşmak istediğimiz. Aradaki çaba da kişisel gelişim. Peki ya kişisel gerileyiş? Kişisel gerileyiş; seviyeler arasındaki mesafeyi kapatmaya çalışırken patlak veren krizden sonra oluşabilecek pes etme, vazgeçme durumudur.

Örneğin sevgi, aşk gibi duygusal konularda gelişmeye, erişmek istediğimiz seviyeyi yakalamaya çalışırken yaşayacağımız bir hüsran bizi al aşağı ediyorsa ve biz bundan sonraki süreçte (muhatap bireyleri de aşıp en genel anlamda) yenilgiyi kabullenip "gelişimden vazgeçiyorsak", "sevmek ve sevilmekten vazgeçiyorsak", en net anlamda "içimizdeki sevgiyi öldürüyorsak" geride kalan sürecin adı kişisel gelişim olmaktan çıkıyor, kişisel gerileyişin ta kendisi oluyor.

Başka bir örnek vermek gerekirse; uzmanlık alanımızda yaptığınız bir girişim başarısız oluyor ve bu başarısızlık yüzünden girişimcilikten tamamen vazgeçiyorsak, içimizdeki girişimciyi öldürüyorsak geride kalan süreç yine kişisel gerileyiş süreci oluyor.

Örnekleri çoğaltmak mümkün, sonuç olarak kişisel gerileyiş; gelişmek istediğimiz konuda hedef küçültmek değil, hedeften vazgeçmektir, ulaşmak istediğimiz seviyeyi aşağı çekmek değil, bu ulaşma çabamızdan vazgeçmektir. Daha somut olarak; ok hedefimizi 12 den 11'e indirmek değil, hedefe oku atmaktan vazgeçmektir.

Gelişeyim derken gerilemek elbette iyi birşey değil. Ancak yaşandığında ve farkına varıldığında (farkına varmak burada çok kritik) bence sürekli ve kontrolsüzce gelişmekten çok çok daha iyi bir durum. Çünkü ortada tespit edilen veya maruz kalınan bir gerileyiş varsa, bu bizim gelişim çabalarımızdaki yanlışları anlamamız için bir fırsattır aslında. Demek ki bir yerlerde yanlış yapıyorduk ki, gelişemedik geriledik. Belki gelişim çabamız hep teoride kaldı, belki de teorileri uygulamaya yanlış döktük, belki gelişimin dozajını kaçırdık, belki de yanlış bir konuda/alanda gelişmeye çalışıyorduk.

Durumun, gerileyişin farkına vardıktan sonra ikinci kritik nokta, yeni bir gelişim/aşk/girişim/iş/hayat için acele etmemek ve dinlenmek, özümüzü dinlemek.

Kişisel gerileyişi kabullenmek, sindirebilmek bir erdemdir, bu süreç sonunda tecrübe edinilen doğrularla gelişim yoluna devam edebilmek (veya farklı bir yol çizebilmek) te ayrı bir erdemdir.

Biraz kendimizi dinledikten, dinlendirdikten sonra yaptığımız hataları yapmamak üzere gelişmeye yeniden başlamak öyle bir ivme verebilir ki bize; kaydedeceğimiz sıçrama bizi ulaşmak istediğimiz seviyelerin de çok çok üzerine çıkarabilir.

Kişisel gerileyişler hayatımızın, yaşantımızın bir parçası. Her yaşayacağımız gerileyişin, zemini sağlam olmayan her türlü gelişim rüyamızdan uyanmamızı, farkındalıktan sonra sıçrama yapmamızı ve bütünüyle hayatımızı/benliğimizi geliştirebilmemizi sağlaması dileğiyle..

Sonraki yazımda tekrar görüşene dek hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar Paylaşmak Üzere,


Sevgi ve Saygılarımla

Not: Bu yazıda okuduklarınız uzman görüşü değildir. Tamamen kişisel tecrübelerimden  ve çıkarımlarımdan oluşmaktadır. Yazılanları kendi doğrularınızla sorgulamadan kabullenmeyiniz.
Devamını Okuyun »

Merhabalar,

Dün gece Matrix üçlemesinin sonuncusu olan Matrix Revolutions filmini tekrar izledim. Filmi izleyenler hatırlayacaktır ki ana mesajı: "Başlangıcı olan herşeyin bir sonu vardır" idi. Her ne kadar hayal ürünü bir bilim-kurgu olsa da, 2009'a gireceğimiz şu günlerde bazı şeyleri yeniden sorgulattı bana. O kadar açık ve net bir mesaj ki bu; zaten (en başta islam dinimiz olmak üzere) tüm ilahi dinlerin vurguladığı bir gerçek. Doğanın da her detayında ama her detayında bize defalarca haykırdığı bir gerçek: son.

"Varoluş, yaratılış maksatları" farklı olsa da yaşadığımız zaman dilimlerini bir son ile geride bırakıyoruz bir bir. Belki yaşadığımız bu zaman dilimlerini maksatları dışında tamamlıyoruz, belki maksadına uygun, belki de iki arada bir derede.

Birbirinin takipçisi gece ile gündüz gibi, dönüp duran mevsimler gibi, hayatımızın beli bir kısmını ayırdığımız bir iş tecrübemiz ya da bir girişimimiz gibi, iki doğum günümüz arasındaki bir yıl gibi, iki yılbaşı arasındaki bir yıl gibi, tam da şu saatlerde bir yılı bitirmek üzere olduğumuz gibi...

Sizin de dikkatinizi çekmiş olacaktır ki; her küçük son içerisinde bulunduğu sürecin sonuna bir yaklaşımdır aslında, en nihayetinde de asıl sona bir yaklaşımdır.

Peki hiç düşündünüz mü, neden sevinçle coşkuyla karşılarız bu sonları? Daha doğrusu bu sonların ardından gelen yeni başlangıçları :) Yeni yılı, yeni yaşı, yeni işi vs...

Yeni kelimesi aslında bir eskinin var olduğunu ve o eskinin bittiğini öne sürer. Bu eski ya bir yıldır ya da geride bırakılmış bir yaş, genel tabiriyle geride kalan bir zaman dilimidir yani. Eskinin bitişi ise yeni ile birlikte sona bir adım daha yaklaşmanın ta kendisidir aslında. Sonun yaklaştığını hisseden her canlıya (yapısı gereği) (istem dışı olsa da) bir hüzün çöker. İşte yaşanılan bu "yeni sevinci, yeni coşkusu" çöken hüznün dışa vurumudur, bu hüznü görmezden gelme çabasıdır, yani umursamayıştır.

Buraya kadar içinizi karartmış olabileceğimi kabul ediyorum. Evet, başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır, ama her son yeni bir başlangıçtır. Yeni bir başlangıç ise yanlışları düzeltmek için, doğruları bulmak için, pişmanlıkları ifade edip özür dilemek için bir bahanedir, fırsattır.

Telafisi olan eskiyi telafi etmek için "yeni" çok güzel bir fırsattır. Ölüm sonrası gibi telafisi olmayan eskilere hazırlık niteliğinde muhakemeler yapmak için de "yeni" ler çok güzel birer bahanedir.

Yeni yılınızın, öncekilere göre her konuda ve her alanda çok çok daha iyi geçmesi, hayatınızda yeni yeni güzelliklere vesile olması duasıyla.

Tekrar görüşene dek hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar Paylaşmak Üzere,
Sevgi ve Saygılarımla
Devamını Okuyun »

Okuyacağınız bu yazı gerçekte yaşanmış olup yakın bir dostumun tecrübe ettiği bir süreci anlatmaktadır. Bu yaşanmışlıkla ilgili gözlemlerimi ve birinci ağızdan dinlediklerimi çok değerli bulduğum için kendisinden izin alarak siz değerli okurlarımla paylaşmaya karar verdim. Umarım kişisel gelişimimiz adına faydalı bir paylaşım olur.

Yirmili yaşlarda genç, çelimsiz bir üniversite öğrencisidir İsa. Mezun olunca kendisini bekleyen iş hayatında başarılı olmak için; bir taraftan iyi bir diploma almanın gayretiyle okul derslerine çalışmaktadır, diğer taraftan da mesleği ile ilgili kendisini geliştirmenin telaşındadır... Hayatının o dönemleri tam bir koşuşturmaca ile geçmektedir aslında. Bu koşuşturmadan olsa gerek hayata çok genel ve kaba bakmaktadır, detayları çok önemsemeyen, ayrıntılardan ziyade sonuca bakan bir gençtir kısaca...

Hani telaş dedik ya, yine böyle bir telaşın içinde olduğu günlerin birinde, üniversite derslerinden birinin projesini tamamlamak üzere proje arkadaşlarıyla araştırmalarına/çalışmalarına devam eder rahatsız olduğu halde. İlk aşamalarda grip olan rahatsızlığı öyle ilerlemiştir ki sesi kısılmıştır İsa'nın, araştırma projesi için yöneltmesi gereken sorulardan bir kısmını karşısındaki yetkiliye yöneltemez, hatta bazılarında da arkadaşları zar zor toparlayıp yardımcı olurlar sormasına.

Sesinin bu derece kısıldığı o günlerde rahatsızdır ancak aynı zamanda da son zamanlarda kilo aldığı için gayet mutludur, çünkü yapı itibariyle bir türlü kilo alamayan bedeni sevindirici bir şekilde kiloyla tanışmaya başlamıştır...

Derken, ertesi günlerin bir sabahında, uyandığında göz çevreleri başta olmak üzere yüzünün şiştiğini görür İsa: "aman Allah'ım, ne olmuş bana!"

..................................

1-2 günlük doktor-hastane koşuşturmasından sonra bir üniversite hastanesinin acilinde son bulur koşuşturmaca. Acilde geçen dördüncü günün sabahında fakültenin servisine alınır İsa. Vücuduna giren/çıkan hortumların sayısı 3'ü bulduğunda böbreklerini kaybettiğini öğrenir, doğuştan vücundunda var olmaması gereken bir durum sinsice bitimiştir böbreklerini. Öyleki son zamanlarda aldığını zannettiği kiloları aslında vücudunda birikmeye başlayan sıvılardır. İsa rahatsızlığını öğrenmesine rağmen halen çabucak taburcu olacağını düşünmektedir, ya da böyle düşünmek istemektedir. Oysaki aslında bundan sonra başlayacaktır asıl tedavi... Çünkü vücuduna takılan her yeni hortumla gelen hareket kısıtlaması ve yatakta öylece yatakalmak katlamaktadır bütün ağrı ve acılarını...

Yaşamına devam edebilmesi için artık diyalize girmesi, bunun için de vücudunda yine gerekli bağlantı kanallarının açılması gerekmektedir. Bu kanallardan birisi ve en önemlisi olan boyun kateteri de takılır nihayet, yapılan cerrahi işlem bittiğinde tekrar alınır servisteki yatağına. Vücudunun sağına soluna takılı hortumlarla zaten anlaşamazken İsa, artık omuzlarını ve boynunu da kımıldatamaz hale gelmiştir. O gece öyle bir gecedir ki onun için, akıllara zarar... Sıfıra yakın hareket kabiliyetiyle, sıkıldığı/bunaldığı her pozisyonunu değiştirmek istediğinde artan acıları engel olur bendenine. Bırakın sağa sola dönmeyi, kımıldayamaz yatağında. Hapsolmuştur yatağa, neredeyse mumya gibidir bedeni, hareket etmeye çalışır, edemez... Acı çeken bedeniyle süreki aynı şekilde yatmaktan sıkılan ruhu neredeyse her 10 dakikada bir saati sorar refakat eden biricik annesine. Ve her gördüğünde ne zaman hareket edebileceğini sorar hemşireye...

..................................

Günler bu şekilde geçip giderken nihayet yavaş yavaş toparlanmaya başlar İsa'nın bedeni ve ruhu. Çünkü tedavi gereği vücudunda takılı olan hortumların sayısı azalmaktadır giderek. Her geçen gün, biraz daha rayına giren bir hastalık ve buna paralel biraz daha düzelen bir psikoloji.

Hastaneye adım atışının kırk küsürüncü günlerinden birinde tedavi sürecinin netleştiğini ve yakın zamanda taburcu olabileceğini öğrenir doktorlarından. Dünyalar İsa'nın olmuştur; hastanede geçen kırk küsür acılı gün ve sonunda hayata, sevdiklerine yeniden dönüş...

Yanlız, hastaneye giren İsa ile hastaneden çıkan İsa arasında çok fark vardır artık. O önceki, hayata çok genel ve kaba bakan, detayları çok önemsemeyen, ayrıntılardan ziyade sonuca bakan genç gitmiş, yerine yaşamanın önemini anlayan, sağlığın değerini kavrayan, daha detaycı ve ayrıntıları sorgulayabilen bir genç gelmiştir. Sağlığına tam kavuşamamış olsa da, artık düzenli diyazlize girerek hayatını devam ettirebilecektir.

..................................

Aradan günler geçer, İsa artık normal hayatın içindedir, okulunu, geleceğini kısacası hayatının geri kalanını düşünmektedir, bunu düşünmek zorunda olan her insan gibi. Her ne kadar çok değişse de, bir şekilde yine bir koşuşturmacanın içinde sağlığına dikkat ederek yaşamaya alışmaya başlamıştır artık.

İşte tam da bu hayatının normalleşmeye başladığı günlerin birinin bitiminde, gece kıyafetlerini giyerek yatağa girer İsa. Yatmasına yatar ama, o gün yaşadığı bir olayı sorgulamaktan kendini alamaz, düşünür durur, bir sağa döner, bir sola döner düşünür durur... Bir sağa döner bir sola, bir sola döner bir sağa... Ve bir an gelir ki bir şeyi farkeder: "aman Allah'ım kımıldayabiliyorum, istediğim an sağa sola dönebiliyorum... kımıldayabiliyorum...!!"

Gözlerinden boşalan yaş sel olur İsa'nın, tutamaz kendini hıçkırıklara boğulur... Kımıldamasına sebep olan konu mu kalır artık aklında... Yaratıcısına şükretmektir tek telaşı hıçkırıklar arasında, göz yaşları arasında... Çünkü O istediği an kımıldayabiliyor ve bu nimetin artık farkında...


Yaşantımızda "kımıldanabilmeye göre öyle büyük" olgulara, eksikliklere, yanlışlara ya da anlamsız olabilecek hedeflerin peşine takılıp kalabiliyoruz ki; bu takıntılar yüzünden sahip olduğumuz şeyleri/değerleri unutuyoruz. Bu unuttuğumuz değerler, bazen ailemiz oluyor bazen de arkadaşlarımız, bazen sağlığımız oluyor bazen de profesyonel yaşantımızdaki bir ekip arkadaşımız, bazen maddiyatımız bazen maneviyatımız, bazen de çok ufak gibi görünse de hayatımıza zevk/anlam katan şeyler oluyor...

Şimdi soruyorum bizlere, bu yazıyı yazan kendime ve bu yazıyı okuyan size. Soruyorum: Sahip Olduğumuz Değerlerin Farkında mıyız ?

Bir sonraki yazımda tekrar görüşene dek hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi ve düşüncelerinizden "sahip olduğunuz değerlerin farkında olma" bilincini eksik etmeyin.

Tekrar Paylaşmak Üzere, Sevgi ve Saygılarımla
Devamını Okuyun »

Merhabalar,

Tatili bitirip gündelik hayata döneli 1 hafta oldu ve depoladığım enerjiyle paylaşımlarıma kaldığım yerden devam ediyorum.

Bu yazımda son zamanlarda etkilendiğim bir olguya; hayata her daim pozitif/olumlu bakabilmek olgusuna dikkatinizi çekmek istiyorum.

Ufak hadiseleri büyütüp olay yapan, bardağı hep boş tarafından gören bir anlayış hayatta ne kadar mutlu olabilir sizce ? Elbette (çok) mutlu olamaz. Peki, büyük olayları önemsemeyen, doluyu boşu bırakın bardağın varlığıdan habersiz bir anlayış çok mutlu olabilir mi ? Cevap elbette yine "hayır". Hmmm, o zaman mutlu olabilmek için orta yollu bir anlayışa sahip olmamız lazım sanki. Eee, o zaman da sıradanlaşmıyor muyuz, monotonlaşmıyor muyuz ? Şuan iki arada bir derede kalmış gibiyiz. "Bu hayatta nasıl (daha) mutlu olacağız" ın cevabını bulmak için orta yollu anlayışı biraz pozitifleştirip (aşırıya da kaçmadan) hayata pozitif/olumlu bakabilmek olgusuna sahip olmaya ve bunu becerebildiğimiz ölçüde yaşadığımız her saniyeye yaymaya çalışmalıyız.

Peki nasıl başaracağız bunu ? Yani en temelde neyi düşünmeliyiz, neye inanmalıyız ki hayata daha pozitif bakabilelim ?

Bence hayata pozitif bakmamızı sağlayan en temel duygu güven dir. Konuyu gündelik yaşamımıza indirgeyip bir kaç örnek vermek istiyorum;

- Maaşı dolgun, sürekliliği olan sağlam bir işiniz varsa bu size güven verir ve geleceğinize/kariyerinize pozitif bakarsınız.

- Bir defans oyuncususunuz ve arkanızdaki kaleci çok iyiyse, size güven veriyorsa işte o zaman maça pozitif bakarsınız.

- Amansız bir hastalığa yakalandınız ve iyileşmek için ameliyat olmanız şart. Eğer ameliyatınıza girecek operatör alanının en iyilerinden biri ise ameliyata pozitif bakarsınız.

- Girişimcisiniz ve girişim(ler)iniz inovatif (yenilikçi) ise ve değer taşıyor ise, kısacası girişim(ler)inize güveniyorsanız sektörünüze pozitif bakabilirsiniz.

Bunlara benzer örnekleri daha da çoğaltmamız mümkün, sizden ricam yazıya biraz ara verip aklınızdan bu örnekleri çoğaltın.

Peki ya bu güven unsurlarını göremediğimiz/bulamadığımız durumlarda!

Demek istediğim;

- Geleceğinize pozitif bakmanızı sağlayacak bir işiniz yoksa,

- Arkanızda yılların tecrübesine sahip iyi bir kaleci değilde genç ve acemi bir kaleci varsa,

- Olacağınız ameliyata katılan operatör alanının en iyisi değilse,

- Girişim(ler)iniz tutmadıysa ya da planladıklarınızın hepsini yapamayıp arzuladığınız maddi/manevi geri dönüşleri alamadıysanız...

Bunlara ek olarak, hani siz de yukarıdaki olumlu örneklere ilave yapmıştınız ya aklınızdan, bir de onların olumsuzlarını bu örneklere ilave edin yine. Ortaya kötümser tablolar çıkıyor değil mi aradığımız güveni bulamayınca.

Bulamadığımız bu güveni nerede arıyoruz: elbette (doğal olarak) ilgili olaylar çerçevesinde. Peki bu kötümser tablolarda bakış çerçevemizi daha da genişletsek, taa ki aradığımız güveni buluncaya kadar...

Diyelim ki bakış çerçevemizi hayatımızın tümünü kapsayacak şekilde genişlettik ve yine de aradığımız huzuru ve pozitifliği sağlayacak bir güven kaynağı bulamadık, o zaman ne yapacağız ?

İşte burada insan üstü, doğa üstü, üzerinde başka bir güç olmayan, en üstün güce güvenmek gerekiyor. Yani, bu evrendeki, dünyamızdaki eşsiz düzeni kuran ve yöneten yüce yaratıcıya, Allah'a (c.c) güvenmek gerekiyor. Çünkü herşey O'nun yönetimindedir. Ne kadar olumsuzluk yaşarsak yaşayalım bunları O'nun izniyle yaşıyoruz ve yaşadıklarımızın bizi nereye götüreceğini sadece O, yani yüce yaratıcı Allah (c.c) biliyor. Bizim sonunda olumsuzluk beklediğimiz olayların hayatımıza olumluluk getirebiliceği ihtimalini her zaman düşünmeli ve bunun için yaratıcımıza güvenmeliyiz.

Yaşanılan herşeyin yüce yaratıcının kontrolünde/yönetiminde yaşandığını bilirsek hayata pozitif bakabilmemiz için gereken güveni her daim hissedebilir ve hayata her daim pozitif bakabiliriz.

Sonraki yazımda tekrar görüşene dek hayatınızdan pozitifliği, yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar Paylaşmak Üzere,

Sevgi ve Saygılarımla
Devamını Okuyun »

Merhabalar,

Son iki aydır hayatınızın bir parçası olan web uygulaması hangisi? diye bir soru yöneltilse tahmin ediyorum ki çok büyük çoğunluğumuzun cevabı Facebook olacaktır. Bunun nedenini de Daha İyisi Yapılana Kadar En İyisi Facebook ! isimli yazımda açıklamıştım dilim döndüğünce.

Şimdi gelin soruyu biraz değiştirelim ve Peki önümüzdeki iki ay boyunca sizce hangi uygulama hayatınızın bir parçası olacak? şeklinde soralım, bu soruya cevabınız ne olurdu?

Evet web dünyasında bu tür (geleceğe ilişkin) sorulara cevap vermek çok kolay değildir, keza bir hafta önce bu soru sorulmuş olsaydı; "Büyük bir ihtimalle bu uygulama yine facebook olurdu" cevabını vererirdim ben. Ancak bugün durum biraz farklı ve durumu farklı kılan da sosyal ağ dünyasındaki yeni gelişmeler.

İşte sosyal ağ dünyasındaki güncel gelişmeler;

» Önce MySpace 'in yeni Patformu duyuruldu; bu sayede MySpace, kısa zamanda en ciddi rakibi haline gelen Facebook ile arsındaki işlevsellik farklarını kapatmaya yönelik adımlarını atmış oldu. Gelecek yıl içerisinde MySpace deki profil sayısının 300 milyonu bulacağı söyleniyor. Bakalım bu hamleler ne kadar işe yarayacak, hep beraber gözlemleyeceğiz.

( Güncelleme-1 [ 01.11.2007 21:45 ] : MySpace Google'dan yana tavır alarak OpenSocial'a katılan sosyal ağlardan birisi olmuş durumda. İlgili haber yazısı burada. Böylece MySpace yarıştaki ana saflardan birisi olma özelliğini kaybediyor. Enregrasyonun detaylarını ilerleyen süreçte daha net öğreneceğiz, ancak net olan şu ki; bu entegrasyon ile Google elini çok daha fazla güçlendirmiş vaziyette. )

» MySpace tarafında bunlar olurken Facebook popülaritesini daha da artırdı. Yayına alınan uygulama (application) sayısı 5000'i geçti ve tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de "bir facebook çılgınlığı" aldı gidiyor. Türk geliştiricilerimizin yeni Facebook uygulamaları ülkemizdeki facebook çılgınlığına ivme katarken, yeni yeni açılan pazarlama amaçlı gruplar ve sosyal amaçlı tepki grupları "my groups" sayfamızdaki listeyi gün geçtikçe uzatıyor.

Facebook tarafındaki en güncel ve en etkili gelişme ise bir satınalma haberi; Microsoft’tan Facebook’a $240 milyon $ Bu hamle ile Microsoft'un Google'a verdiği mesaj açık; İnternet dünyasında tek değilsin ve tek kalmayacaksın !

» Gelelim Google cephesine. Google artık Facebook'tan birleşme ya da satın alma yönüyle umudunu kesmiş durumda. "Satın alamıyorsam daha iyisini yaparım" mantığı ile harekete geçen Google; şimdilerde tüm servislerini seferber ederek OpenSocial isminde yeni bir sosyal ağ kuruyor. Önümüzdeki günlere damga vuracağını düşündüğüm bu sosyal ağın en büyük özelliği ise tüm Google Servisleri ile entegre olması ve halihazırdaki Orkut, Salesforce, LinkedIn, Ning, Hi5, Plaxo, Friendster ve Viadeo servislerini içerecek olması.

» Bu arada Yahoo cephesindeki sessizliğin de dikkatimi çektiğini belirtmek istiyorum. Bakalım Yahoo bu gelişmelere karşı daha ne kadar sessiz kalabilecek.

Bütün bu gelişmeler bize sosyal ağ rekabetinin devlerinde olaya dahil olmasıyla birlikte bir savaşa dönüştüğünü gösteriyor. Kısacası Sosyal Ağ Savaşları Asıl Şimdi Başlıyor !

Sosyal ağ dünyasında görülen o ki; uygulamalar birer birer "sosyal işletim sistemi" olma yönünde ilerliyor ve bunların en çarpıcı örneği Facebook idi. Olaya dahil olan diğer devlerde bu gelişmeleri körüklüyor ve süreci inanılmaz hızlandırıyor. Dolayısıyla web dünyasında bazı süreçleri öngörülenden çok daha erken yaşayacağız gibi görünüyor. Benim bu konudaki kişisel endişem ise ülkemizden bu tip sosyal ağ platformlarının ne zaman çıkacağı.

Burada dikkat çekmek istediğim bir diğer nokta da yazılımcıları yakından ilgilendiren uygulamalar (applications) konusu. İlk olarak Facebook un kurduğu platform sayesinde yazılım geliştiriciler; maddi ve manevi getirileri için binlerce uygulama geliştirdiler Facebook için. Şimdilerde MySpace in benzer bir platformu yayına alması ve Google unda çok yakında yayına alacağı OpenSocial projesinde bu platformu çok daha geniş imkanlarda sunacak olması yeni bir meslek dalının türemekte olduğunu hissettiriyor bana. Adı "sosyal uygulama geliştirici" olur ya da başka bir şey ama gelişen sosyal ağlardaki gelir paylaşım modelleri sayesinde yakında bu tip uygulamalar geliştirerek hayatını kazanabilecek yazılımcılara rastlayacağız. Nasıl, ofise gitmeden uygulama geliştirmek ve bundan hatrı sayılır bir oranda getiri elde etmek kulağa hoş geliyor değil mi ;) Açıkçası bir yazılımcı olarak benim kulağıma hoş geliyor :)

Konuyu şu soruyla noktalamak istiyorum, OpenSocial'ı görmeden konuşmak erken ama sevgili Emre Sokullu şu soruyu sormuş; Facebook Patlar mı? Gündemi yakından takip eden Emre Sokullu'nun cevabı ise evet niteliğinde.

( Güncelleme-2 [ 02.11.2007 13:01 ] :
İlk OpenSocial API entegrasyonu bugün itibariyle Orkut ile yapıldı ve teste/geliştirmeye açıldı.
Ayrıca sıcak gelişmeleri OpenSocial Blog undan takip edebilirsiniz.
)

( Güncelleme-3 [ 02.11.2007 21:01 ] : İşte konu ile ilgili blog dünyamıza düşen yeni makaleler;
» Comment Out! : PROGRAMLANABiLiR WEB
» Webrazzi : Facebook mu yaman Google mı yaman?
» Düğümküme : OpenSocial Hayat İşletim Sistemi Çıktı
)

Önümüzde hareketli ve heyecan verici bir süreç bizleri bekliyor, bakalım sonu gelmeyecek bu sosyal ağ savaşında kim kaybedecek, kim kazanıp yeni rakiplere hazırlanacak ?

Tekrar görüşene dek yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin, Paylaşmak üzere.

Sevgi ve Saygılarımla
Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,

Sabah en taze en yenilenmiş halinizle yataktan kalkıyorsunuz, güzelce kahvaltınızı edip, şık bir şekilde giyinip kuşanıp işe gitmek üzere yola çıkıyorsunuz. Bir de buna "neredeyse kurak geçen kocaman bir yazdan sonra yağan yağmur" eklenince değmeyin keyfinize, mutluluğunuza. Evden çıkıp toplu taşıma aracını kullanmak üzere durağa geliyorsunuz şemsiyenizi kullanarak. İşte bundan sonra maceranız başlıyor...



Yağan yağmurun verdiği sevinçle birlikte MFÖ'nün "Bu sabah yağmur var istanbul'da..." şarkısını mırıldanarak durakta bekliyorsunuz. Kulağınıza gelen bir ses sizi dikkatlice sağınıza bakmaya yöneltiyor. Sağınıza iki saniye bile bakmadan bu sefer de bir su sesiyle solunuza bakmaya yelteniyorsunuz ve refleks olarak bir yerlere kaçma telaşındasınız ama olmuyor, çünkü zaten camekan durağın en dibindesiniz... Ve olan oluyor, içinizdeki endişe haklı çıkıyor, yüzünüzden ayağınıza kadar bir anda sırılsıklam ıslanıyorsunuz, giydiğiniz açık renkli kıyafetin tamamı kaldırım dibindeki o su birikintisinden nasibini alıyor ve rezil rüsva oluyor. Suratınıza sıçrayanları ise hiç düşünmeyin bile... O anda teselli bulduğunuz tek nokta ise yanınızda ki diğer iki kişi, onlarında durumu sizden farksız çünkü...

O anlık kısa şoku atlattıktan hemen sonra buna oradan geçmekte olan bir aracın sebep olduğunu tahmin ediyorsunuz. Evet tahmin ediyorsunuz, çünkü göremiyorsunuz, çünkü gözlerinizde silecek yok, sadece arabaya benzer hareket halinde hızlıca giden koyu renkli bir varlık gördüğünüz...

İşin garip tarafı yaklaşık 10 dakikadır durakta aynı konumda beklemektesiniz, ancak nedense bu yaşadığınıza sadece ve sadece o araç ve aracın içindeki araç sahibi neden oluyor. Hmm, o zaman bu araç sahibinin, aynı yerden geçen onlarcasından bir farkı olmalı dimi ? Tabi bu farka neden olan sıfatları o anki psikolojiniz ve kişiliğiniz belirliyor, ben burda o sıfatları yazmak istemiyorum, zaten anlamışsınızdır.

O kişide zaten yüklü olan bu sıfatları kelimeye döktükten sonra durumu kabulleniyorsunuz mecburen. Evet durum şu; 10 saniye gibi kısa bir sürede bütün olumlu psikolojiniz tersine dönmüş durumda, bir çevrenize bakınıyorsunuz bir üzerinize, tabi mendil ile yüzünüzü gözünüzü temizlemeye çalıştıktan sonra. Evet, malesef yapacağınız tek bir şey var ve onu yapıp paşa paşa evinize geri dönüyorsunuz. Tabi sizi bu halde karşısında gören aile bireylerine de bir açıklama borçlusunuz.

Sonrasında hızlıca bir duş alıp, yeni kıyafetinizi giyip yine aynı duruma düşme riskini göze alarak yeniden durağa doğru yola koyuluyorsunuz. Haa, unutmadan aynı zamanda geç kaldığınız iş yerinize de durumu haber vermek durumundasınız.

Nihayet, kazasız belasız iş yerine erişiyorsunuz, artık emniyettesiniz. Neyseki bütün bunlara sebep olan araç sahibine benzer birileri tekrar karşınıza çıkmadı. Herşey yolunda gibi, ama günün geri kalanını nasıl geçirmeyi umuyorsunuz ?

Bu anlattıklarım ne bir masal, ne de bir deneme, en ince ayrıntısına kadar bu sabah bunları yaşadım maalesef sevgili okurlarım. Günümün devamında ise her ne yaptıysam olması gereken verimi alamadım ve gelip burada paylaşam ihtiyacı duydum. Bu ihtiyacı duydum, çünkü "eğer bir araç sahibi iseniz ve su birikintilerini umursamayanlardansanız bu ufak görünen ayrıntının insanların gününü nasıl berbat edebileceğini görmenizi" istedim.

Bu araç kullanıcısıyla hayatımda belki hiç karşılaşmayacağım, karşılaşmak mümkün olsa bile "sizi sırılsıklam eden kişi bendim" diyecek hali de yok zaten. O zaman benim yapacağım bişey kalmıyor malesef, varsın ne şekilde nerede hakkımı ödeyeceğini o zaat-ı muhterem düşünsün.

Şimdi daha sakin bir şekilde düşünüyor ve bardağa dolu tarafından bakmaya çalışıyorum da; ileride bir araç edinme ihtiyacı duyarsam ayrıntılara önem veren bir kullanıcı olarak direksiyon başına geçeceğim kesinlikle.

Su birikintilerinden itina ile hızlı geçip bir sorumsuzluk örneği sergileyen ve kenidini bize borçlu kılan araç sahiplerine rağmen tekrar görüşene dek yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar paylaşmak üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.
Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,

İki haftadır girişim incelemelerimden ziyade daha çok kavramlar üzerinde "sorgular bir tavırla" değer verdiğim konular üzerine yazıyorum. Nitekim bu yazımda da bu konsepti koruyor olacağım. (Bunun nedeni de 2 haftadır içerisinde bulunduğum duygu yoğunluğu olabilir.)

Hepimiz hayatın belli kademelerinde belli sıfatlarla yaşantımızı sürdürüyoruz. Kimimiz bilişim sektöründe bir çalışan, kimimiz yönetici, kimimiz de başka bir sektörde başka bir konumda. Bazılarımız anne ya da baba, dede ya da nine, amca ya da hala, ya da daha büyümedik çocuğuz, kısacası bir aile ferdiyiz.

Özetle hayatımıza hangi sıfatlarda ve şekillerde devam edersek edelim hepimizin görevleri ve sorumlulukları var.

Peki ya görev ile sorumluluk aynı şey mi, değilse farkları ne?

İsterseniz gelin öncelikle kelimlerin sözcük anlamlarına bakarak işe başlayalım ve kaynağımız da Türk Dil Kurumu olsun. Güncel Türkçe Sözlüğe baktığımızda ise aşağıdaki yanıtları buluyoruz;

Görev:
isim
1 . Bir nesne veya bir kimsenin yaptığı iş.
2 . İşlev.
3 . Resmî iş, vazife: "Cavit Bey, görevi ona verdiği gün, Abdi Bey çok sevinmişti."- A. İlhan.
4 . dil bilgisi Bir cümlede bir dil biriminin öbür birimlerle ilişkisi aracılığıyla yerine getirdiği iş.
5 . fizyoloji Bir organ veya hücrenin yaptığı iş.
6 . matematik Bir değerin başka değerlerle olan ilişkisi.

Sorumluluk:
isim
Kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesi, sorum, mesuliyet: "Babam bütün sorumluluğu üzerine aldı."- M. Yesari.

Kelimelerin sözcük anlamları böyle, peki gerçek hayatımıza yansımaları nasıl ?

Çevrenizde felancanın tam bir görev insanı olduğunu duymuşsunuzdur, belkide bu iltifata siz de maruz kalmışsınızdır ya da iltifatı siz yapmışsınızdır. Peki tam bir görev insanı olmak ne kadar yeterli ? Kabaca tarif edersek "verilen görevi eksiksiz olarak ve zamanında yerine getiren kişi" görev insanıdır.

Beyinden aldığı emirleri eksiksiz ve zamanında yerine getirebilen sağlıklı bir eli düşünelim. Aldığı emir ne olursa olsun yerine getirir. Bu bir cinayet işlemek olsa da. Yani sonuç önemli değildir el için.

Ya da üretmeyi planladığı bir otomobil projesini hayata geçiren bir otomobil firmasını düşünelim. Ürünü lanse edeceği tarihe yetiştirmek adına (belkide projede süreyi uzatabilecek kritikleri dikkate almadan) model tamamlanır ve ortaya çıkan işe dışardan bakıldığında takdir toplar. Burada sonuç otomobil modelini üretip lanse etmek gibi görünüyor.

Sizce verdiğim bu iki örnek te eksik bişeyler yok mu?

Elimiz emirleri aldığı gibi uyguluyor, tam bir görev uzvu gibi, hemde sonuçlarını düşün(e)meden. Kısacası sonuca bakmadan görevini yapmıştır diyebiliyoruz bilimsel olarak. İşte buradaki eksik nokta; yapılan iş ile sonuçları arasındaki bağları yorumlayabilme yeteneği olmamasıdır elin. Bu beceri beynin sorumluluğundadır. Yani bir iş yapılırken beyin karar alıyor ve uygulatıyor, yapılan işin sonucunu da düşünerek hareket ediyor, yani sorumluluk alıyor.

Diğer örneğimizde görev otomobili üretmek idi peki ya sorumluluk? Ürettiğiniz otomobil ne kadar sağlam ve ne kadar güvenli ise o derece firma sorumluluk alıyor demektir.

Gelelim İnce Çizgilere...

Gerek verdiğim örneklerden gerekse yaşantımdan elde ettiğim çıkarımlar ile bu ince çizgileri şöyle sıralayabilirim;

- Görev kişiye başkası tarafından verilir, sorumluluk ise verilen göreve ek olarak (verilmeden) kişi tarafından alınır.

- Görevin yeterliliği bilimsel olarak ölçülebilir, sorumluluk ta ise bilimsel bir yeterlilik yoktur. Sorumluluk yerine getirilen göreve göre çok daha göreceli bir kavramdır.

- Görev de yapılan işin kendisi önemlidir, sorumlulukta ise sonuçlar daha önemlidir. Yapılan işin çevresine olabilecek olumsuz etkileri öngörülmeye ve önlem alınmaya çalışılır.

- Bir görev insanı aynı zaman da sorumluluk sahibi demek değildir. Görevini yapar ve gerisi ile ilgilenmeyebilir. Sorumluluk alan bir insan ise (çoğu zaman - istisnalar kaideleri bozmaz) aynı zaman da iyi bir görev insanıdır diyebiliriz.

Evet artık görev ve görev insanı ile sorumluluk ve sorumluluk alan kişi arasındaki farkları daha iyi kavrayabildiğimizi umuyorum.

Biraz da bilişim ve internet sektörlerimiz için bir kaç cümle edelim...

Yapılan projelerin, çalışmaların ve girişimlerin kısa sürede çok fazla kişiyi etkileyebildiği nadir sektörlerden birisidir Bilişim Sektörü. İnternet ise bu yeteneğin sektörde en üst düzeye çıktığı bir alanıdır Bilişim sektörünün.

Sektörümüz için bir örnek verecek olursak; aklınıza gelen ve tutacağna kesin gözüyle baktığınız bir projenizi ele alalım. Belli bir düşünce aşamasından sonra o projeyi geliştirmek ve sunmak artık bir görev, bir hedef haline gelir sizin için. Bu görev ya da hedefin de ana amacı da bellidir; para kazanmak ya da proje ile birlikte ünlü olmak. İşte bu nokta da; proje hayata geçirildiğinde olası sonuçlarını dünüyorsanız ( bu olası kazanılacak para ya da ünü düşünmek değil tabi ki ) sorumluluk hissediyorsunuz demektir. Yani proje belki çok para ya da ün getirecektir ama, ya sosyal bir çökünüye ön ayak olacaksanız proje ile. Ya da projenizden zarar gören insan (canlı) sayısı, faydalanan insan (canlı) sayısıdan çok daha fazla olacak ise...!

Projenizi hedef ve görev olarak görürüken, olası sonuçlarını düşünüp gerektiğinde geniş çaplı düzenlemeler yapabiliyorsanız, hatta vazgeçebiliyorsanız sorumluluk duygusuna sahipsiniz demektir. Belki de o vazgeçtiğiniz proje yerine yapacağınız bir "sosyal sorumluluk projesi" ile ya da projenizin düzenlenmiş yeni hali ile uzun vadeli çok daha fazla kazanımlar elde edebilmeniz mümkün olabilecektir.

Girişimci arkadaşlara tavsiyem; projelerini gerçekten çok iyi süzerek ( yani her türlü sonuçlarını tahmin ederek ) hayata geçirsinler. Bunu belirtmemin nedeni "önce bir şekilde paramı kazanayım sonrasında bu olası sonuçları bol bol düşünürüm" şeklindeki yanlış anlayışla sık sık karşılaşmam aslında. Bu şekilde ki düşüncelerler hayat geçirilen projeler kısa vadeli ve görü dönüşleri saman alevi gibi olacaktır.

Web projeleri üreten bilişim firmaları içinde benzer durumlar söz konusu olmalıdır. Üretilen her projenin sosyal yankıları ve etkileri düşünülmeli, ortaya çıkabilecek her durum için sorumluluk alınabilmelidir.

Konuyu toparlayacak olursak; Görev ve sorumluluk arasındaki ince çizgileri sizlerle paylaşmaya çalıştım. Konu hakkındaki eklemek istediklerinizi ya da karşı çıktığınız noktaları lütfen paylaşın, paylaşın ki sizden sonraki okurlarımız da konuyu daha geniş çerçeveden görebilsinler. Bu da bir sorumluluk örneği olsa gerek ;)

Bir sonraki yazımda tekrar görüşene dek yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar paylaşmak üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.
Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,

Pek çoğumuz bir çok nedenle blog yazıyoruz. ( Bkz: Neden Blog Yazıyorsunuz?, blog yazma amacınız nedir? ) Blog yazma nedenimiz her ne olursa olsun yine pek çoğumuz hatrı sayılır derecede okur kitlelerine ulaşıyor ve hergün yeni yeni okurlar kazanıyoruz.

Blog yazarlığımı tetikleyen ana unsur blog okurluğumdur ( biri beni durdursun deyip bir türlü kendimi durduramadığım okurluğum :)). Takip ettiğim bloglara sadakatle her ziyaretimde belli bir beklenti ile giderim. Daha önce okuduğum ve zevk aldığım içeriğe benzer kalite ve doyuruculukta bir içerik beklentisidir bu. Okurluğumdaki bu beklentiler zamanla gelişerek 180 derecelik bir boyut daha kazandı ve "belirli beklentiler ile yazılarımı takip edebilecek okurlara sahip olabilme" içgüdüsüyle blog yazarlığıma başladım. O günden beri hayatım gerçekten yeni bir boyut kazandı ve tahmin ettiğimden çok daha fazla etkileşim ile devam ediyorum yazarlığıma. Bu etkileşim öyle karşı konulmaz ki, saat gece yarısına gelirken yorgun bir halde iken bile kapalı bilgisayarı açtırıp bişeyler okutabiliyor ya da yazdırabiliyor insana.

Neden blog yazdığımızı iyice analiz etmeli ve düşüncelerimiz doğrultusunda belli başlı prensipler edinip yazılarımıza yoğunlaşmalıyız. Kısacası blog yazma nedenimizi anlamalı ve hangi alanlarda ne tip yazılar yazacağımıza karar vermeliyiz.

Konuyla ilgili sevgili Murat Buyurgan'ın Blog ve blogculuğun tanımı başlıklı yazısı gerçekten okunmaya değer. Yazıyı okuduktan sonra blog ve blogculuk kavramlarını çok daha net algılıyor olacaksınız.

Kendi yazarlığımızı sorguladıktan ve netleştirdikten sonra sıra en önemli konuya geliyor aslında; okurlarımıza.

1-) Okurlarım bloğumu/yazılarımı neden okuyor?
2-) Bloguma ilk gelen okur nasıl bir izlenim ile blogumdan ayrılıyor?
3-) Okurlarım bloğuma nasıl bir beklenti ile tekrar geliyorlar?
4-) Okurlarım bloğumdan ne umuyor, ne buluyor?
5-) Okurlarıma yazılarım haricinde başka neler sunmalıyım?

İlk dört sorunun ortak noktası yanıtlarının ancak zamanla ve etkileşimle ortaya çıkabilmesi. Yani yazılarımıza yapılan yorumlardan, yazılarımızın okunma sayılarından, aldığımız tepkilerden ( bunlar arakadaş tepkisi olabilir, mail yoluyla tanımadığınız bir okurumuzun tepkisi olabilir ) bu sorulara cevap olabilecek verileri toparlayabiliriz. Kısacası bu soruların yanıtları için zamana ve sabıra ihtiyacımız vardır.

Peki yeni bir blog yazarıysanız ne yapacaksınız? Yeni bir blog yazarı iseniz okurlarınıza sunacağınız özgün/farklı içerik, güzel/sade bir tasarım ve samimi yazı diliniz zamanla farkedilecek ve zamanla okurlarınız artacaktır ( Belki de en popüler bloglardan birisi bile olabilirsiniz), bundan şüpheniz olmasın.

Gelelim beşinci sorumuza; Okurlarıma yazılarım haricinde başka neler sunmalıyım?
Bu sorunun cevabı için ilk dört sorunun yanıtlarını biraz bilmemiz gerekiyor sanırım. Çünkü okurlarınızın beklentileri doğrultusunda sunacağınız diğer blog özellikleri daha anlamlı olacaktır.

Şimdiye kadar algılarım doğrultusunda, sunulmasında fayda olacağını düşündüğüm işlevleri/özellikleri paylaşmak istiyorum müsadenizle;

Hakkınızda bölümü/sayfası;
Kendinizi bilinmesini istediğiniz yönlerinizle okurlarınıza tanıtabilirsiniz. Hakkınızda yazısını blogunuzun bir köşesinde de konumlandırabilir, ya da ayrı bir sayfa halinde de sunabilirsiniz ki makul olanı ayrı bir sayfa olarak sunmak. ( bloguma ekleyeceklerim listesinde )

En çok okunan yazılarınız;
Şimdiye kadar en çok okunan 5 yazınızı paylaşabilirsiniz. ( bloguma ekleyeceklerim listesinde )

En çok yorum alan yazılarınız;
Şimdiye kadar en çok yorum alan 5 yazınızı paylaşabilirsiniz. ( bloguma ekleyeceklerim listesinde )

Blog istatistikleriniz;
Google PR, Alexa bilgileriniz, online ziyaretçi ve toplam ziyaretçi bilgileriniz, Blograzzi puanınız, Tecnorati bilgileriniz, Feedburner takipçi sayısı gibi istatistiki bilgilerinizi paylaşabilirsiniz. ( Bu bilgilerin bir çoğunu aynı anda ve bir tıkla SiteBilgi ile de okurunuzla paylaşabiliyorsunuz artık. Bu vesile ile de sevgili eburhanSiteBilgi girişimi için tebrik ediyorum. Eklenecek yeni yeni veri kaynakları sayesinde bloglarımız için kullanışlı ve güzel bir servis haline gelecek gibi görünüyor SiteBilgi.net. Başarılar. )

Takip ettiğiniz başlıca bloglar;
Özenle takip ettiğiniz ve okurlarınıza tavsiye edebileceğiniz blogları da ( örneğin 10 tanesini liste halinde ) blogunuzun bir köşesinde okurlarınızla paylaşabilirsiniz.

Bahsettiğim bu işlevleri/özellikleri/bilgileri blogumuzda paylaşmak ( yerli yerinde tabi ) blog dünyamızdaki okurlarımızla ve diğer bloglarla olan etkileşim açısından inanın çok önemli.

Gelelim sadede...
Öncelikle buraya kadar sabırla yazımı okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Neden blog yazdığıma ve blog dünyasındaki yazar-okuyucu ilişkisinde kritik olarak gördüğüm noktara değinmeye çalıştım ve nacizane tavsiyelerimi yeni blogcu arkadaşlara sunmaya çalıştım.

Siz sevgili okurlarımın görüşleri benim için çok değerli, bu yüzden aşağıdaki sorulara (yukarıdaki soruların size yöneltilmiş halidir) cevap olabilecek yorumlarınızı ve düşüncelerinizi ( yorum ya da mail yoluyla ) paylaşmanızı rica ediyorum sizlerden.

İşte Sorular;
1-) Bir okurum olarak bloğumu/yazılarımı neden okuyorsunuz?
2-) Bloguma ilk olarak geldiyseniz nasıl bir izlenim ile ayrılıyorsunuz?
3-) Daha önce blogumu okuduysanız nasıl bir beklenti ile tekrar geliyorsunuz?
4-) Bir okurum olarak bloğumdan ne umuyor, ne buluyorsunuz?
5-) Siz okurlarıma yazılarım haricinde başka neler sunmalıyım?

Yorumlarınız ve görüşleriniz için şimdiden teşekkür ediyorum.

Bir sonraki yazımda tekrar görüşene dek yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar paylaşmak üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.
Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,
Öncelikle, "Nedir Bu Matematik Mühendisliği ?" adlı yazı dizime uzunca bir süre ara verdiğim için siz değerli okurlarımın affını isteyerek değerlendirme niteliğindeki dizimin bu son yazısına başlamak istiyorum.

Serideki bir önceki yazımda özetle; mezun olduğum Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik Mühendisliği Bölümünün son sınıfına (4. sınıf), içeriğine ve öğrenciye kazandırdığı becerilere ve iş hayatına nasıl adım atılabileceğine değinmiş ve kişisel fikirlerimi paylaşmıştım sizlerle.

Bu değerlendirme yazımda ise daha çok ÖSS tercihi yapacak olan arkadaşlara faydalı olma amacındayım. Malum bugün ( 23 Temmuz 2007 ) itibariyle ÖSS tercih süreci başlamış idi.

Önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, genelde ne olduğu tam olarak bilinmeden tercih edilen bir bölümdür Matematik Mühendisliği. Bu yüzden aşağıdan linklerini verdiğim ilk 4 yazımı da okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum. Böylece bölüm sayesinde neler kazanabileceğinizi ya da neler kazanamayacağınızı biraz daha doğru değerlendirmiş olabilirsiniz.

Yazı Dizisinin Önceki Yazıları:
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 4
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 3
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 2
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 1

Görüşlerimi değerlendiriken bölümü bitirmiş ve Yazılım Mühendisliği üzerine uzmanlaşmakta olan biri olduğunu dikkate almanızı rica ediyorum. Öyleki bölümden mezun olup

- Yazılım Uzmanı/Mühendisi,
- Veritabanı Uzmanı/Yöneticisi
- Sistem Analisti / İş Analisti,
- Özel Öğretmen ( Dershane Öğretmeni ),
- Bilgi İşlem Elemanı/Sorumlusu
- Üniversite Öğretim Görevlisi (Akademik Kariyer)

gibi ünvanlar ile özel sektörde ve üniversitelerde görev alabilmekte ve ülke ortalamasının üzerinde gelir elde eden bir Mühendis olabilmektesiniz. Bölüm ile ilgileniyor iseniz bölüm mezunu olup bu ünvanlar ile çalışan tanıdıklarınızdan kesinlikle bilgi almalısınız.

Şunu da ayrıca belirtmek istiyorum ki, bölümü kazanmakla herşey yeni başlıyor, çalışma temponuzu düşürüp "ben oldum" moduna girerseniz, yani işi baştan gevşetirseniz 7 yılda bitiremeyeceğiniz bir bölüm haline de gelebilir Matematik Mühendisliği. Ancak, düzenli ve verimli bir çalışma temposo ile bölümü rahatlıkla bitirebilir, hatta kendinizi yukarıda saydığım alanlardan birinde özel olarak geliştirerek aranan bir mühendis konumuna da ulaşabilirsiniz.

ÖSS'de tercih yapacak tüm arkadaşlarımıza başarılar diliyor ve diledikleri bölümlere yerleşmelerini temenni ediyorum. Umarım bı yazı disizi ile faydalı olabilmişimdir Matematik Mühendisliği adına.

Güncelleme (20.07.2009) : YTÜ Matematik Mühendisliği sitesine yeni eklenmiş Bölüm Kataloğunu buradan inceleyebilirsiniz.

Diğer yazılarımda tekrar görüşene dek yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar paylaşmak üzere,
Sevgiler, Selamlar.
Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,

Her zaman imrenmişimdir Fransa, Almanya gibi ülkelere sırf kendi dillerine sımsıkı sahip çıktıları için. Yine aynı zamanda da yakınmışımdır niye kendi dilimize sahip çıkmıyoruz, güzel türkçemize yaşatmak adına atılımlarda bulunmuyoruz diye.

İğneyi başkalarına batırmadan çuvaldızı kendime batırmak istiyorum öncelikle. Günlük hayatımda, gerek özel gerekse iş yaşantımda yabancı kelime özentisi ya da ağız alışkanlığı bende de var maalesef az da olsa. Bunu gidermemin sanırım en iyi yolu da dikkat etmek ve kullandığım kelimelerin türkçesini iyice kavramak ve bunları kullanmaya kendimi zorlamak olacak. Umarım kısa sürede bende bu yabancı kelime özentisinden kurtulurum.

Şimdi başlık ile bu anlattıklarımın arasındaki bağlantıyı merak ettiğinizi hisseder gibiyim ve hemen konuya girelim dilerseniz.

"Bütün Dünya Buna İnansa, Bir İnansa..." kelime disizi hatırlayacağınız üzere eski bir şarkıdan bir kuple ve bugün özel bir televizyon kanalında rastladığım bir olimpiyatın kapanış şarkısı.


Uluslararası Türkçe Olimpiyatlarının 5. sinden bahsediyorum elbette. Olimpiyatlar tamamlandığını ve 100 ün üzerinde ülkeden katılan yarışmacı kardeşlerimizden dereceye girenler hediyelerini aldıklarını öğrendim finalde. Keşke bu olaydan daha önce haberdar olsaydım ve sizinle de daha önce paylaşabilseydim.

Yarışma finalinin çok azını izlememe rağmen yaşadığım duyguları ve gururu inanın tarif edemiyorum. Düşünsenize 100 den fazla ülkeden gelen genç nesiller sizin dilinizi güzel konuşmak için yarışıyor. Yazımın girişinde bahsettiğim imreniş ve yakarış düşüncelerim öylesine rahatladı ve kendine geldiki bu organizasyon ile. Demek ki bizde dilimize sahip çıkıyoruz, hatta sahip çıkmadan öte diğer insanları da bu güzelliğin içerisine çekiyoruz. Emeği geçen herkese sevgilerimi, saygılarımı ve tebriklerimi sunuyorum buradan.
Bütün bu sağduyulu gayretleri görünce bloğumda buna yer vermeyi ve sizlerle paylaşmayı kendime görev bildim kendime, ayrıca artık kendi adıma daha da dikkatli davranıyor olacağım güzel türkçeme.

Bu güzel ve gerekli organizasyon ile ilgili tüm bilgilere ve ilgili videolara buradan ulaşabilirsizin. Kesinlikle kendinizi mahrum etmeyin, inanın kendinizi olduğunuzdan daha iyi hissedeceksiniz.

Umarım önümüzdeki sene 6.sı düzenlenecek olan organizasyon için aynı güzellikte bir de internet kampanyası düzenlenir. Bu sene ki organizasyonun tek eksiği de bu olsa gerek.

Sonraki yazımda tekrar görüşene dek yüzünüzden gülümsemeyi eksik etmeyin.

Tekrar paylaşmak üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.

Devamını Okuyun »


Herkese Merhabalar,

Genellikle web dünyasındaki güncel gelişmeleri ve yorumlarımı paylaştığım bloğumda bu seferde alt başlıklar halinde, internetin geleceği (Web.30) adına paylaşımlarda bulunmak istiyorum müsadenizle.

Web2.0' ı Anlayabildik mi ?

Çok fazla değil, az biraz interneti ve yeni nesil girişimleri takip ediyorsanız Web2.0 kavramını (yeterince) duymuş ve ne olduğunu az çok idrak etmişsinizdir.

Peki hiç düşündünüz mü web2.0 ile birlikte internet nereye doğru ve nasıl şekillenecek? Nasıl bir web3.0 bekliyor bizi ve ne kadar uzak bize? Yoksa Web2.0 gibi ansızın içinde mi bulacağız kendimizi?

Aslında daha web2.0 ı kavramaya çalışırken buda nesi, şimdi nereden çıktı bu web3.0 dediğinizi duyar gibiyim. Ancak teknolojinin yansıması olan internetin kaçınılmaz özelliği sürekli yenilenmek. Bize de bu yenilenmeyi takip etmek ve olabildiğince hayatımıza yansıtmak düşüyor sanırım.

Web3.0 da Ne ?

Kendimizi psikolojik olarak web3.0 a biraz hazırladıysak şimdi gelin nasıl bir web in bizi beklediğine değinelim. Yazının başlığında belirttiğim Semantik Web, Web3.0 ın diğer adı.

"Semantik Web" anlam olarak "anlamsal internet" karşılığına geliyor türkçemizde. Yani internetteki içeriğin sadece harf ve kelime guruplarından ibaret olmadığı, bu kelime guruplarının sahip olduğu anlamın ve profilllerimizin de ( web de paylaştığımız bütün bilgilerimiz profilimizin ta kendisidir ) değer kazandığı bir web web3.0. Dilerseniz genel bir örnekle bunu daha da somutlaştıralım. Herhangi bir arama motorunu kullanarak bir arama yaptınız. Karşınıza çıkan sonuçlar tamamen içerik odaklı sonuçlardır. Yazdığınız kelimleri içeren siteler popülaritesine göre sırayla dökülür önünüzde. İşte Semantik Web'in farkı burada karşımıza çıkacak. Yaptığımız arama sonuçları içerik odaklı değil, anlam ve profil odaklı olacak. Yani yazdığımız kelimelerin anlamını gerçek manada içeren ve web3.0 için oluşacak olan profilimize en uygun sonuçlar çıkacak karşımıza artık. İşte tam bu noktayı yapay zekanın web'e, internet teknolojilerine dahil olduğu bir nokta olarak ta gösterebiliriz. Yapay Zeka üzerine kurulu web siteleri profilimize göre özelleşecek ve bizi tanıdığı ölçüde bizim içeriğimizi bize sunacak. Arama motoru için verdiğim örnek bu oluşumun sadece bir parçası.

Yeri gelmişken sevgili Hasan Özgan'ın konuyla ilgili güzel bir çalışmasının meyvesi olan bu değerli yazısını da okumanızı tavsiye ediyorum.

Peki Neden Yapay Zekaya İhtiyaç Var ?

Web3.0 gelişiminde en önemli faktörler devasa büyüklükteki içerikler ve on milyonlarca profiller olacak. Dolayısı bu devasa data katmanlarını karşılaştırmak, yorumlamak, ilişkileri yakalamak ve değişimleri öğrenerek güncel kalmak web3.0'ın temeli ve bu da ancak yapay zeka ile mümkün. Yani içeriğini sürekli güncel tutan, gelen kullanıcılarının profillerini öğrenen ve buna göre kendini size sunan dinamik sitelerden bahsediyorum. Burada içeriği kullanıcılarınn oluşturduğu web'den (Web.20), kendini oluşturan, yenileyen ve güncelleyen kullanıcı odaklı web'e doğru bir yönelmeyi rahatlıkla sezebilirsiniz.

Web2.0'dan Web3.0'a Geçiş

Peki nasıl olacakta bu yöneliş gerçekleşecek. Günümüzde webde bulunan içerik web3.0 için aslında çok yetersiz bir içerik. Devede kulak olarak betimlesek sanırım abartmış olmayız. Hergün yeni yeni web2.0 siteleri türeyerek bu bilgi açığını kapatmak adına misyon üstleniyor aslında. Yani kullanıcılar olarak bizler web3.0 için harıl harıl içerik giriyoruz da diyebiliriz neredeyse. Bu biraz insanın internet kullanımını sorgulamasına neden olabilir ancak kaçınılmaz olan bir gerçek. Özetle web2.0 günümüzde her ne kadar amaç ise aynı zamanda web3.0 için bir araç. Dolayısı ile web3.0 için gerekli profillerimizi ve içeriği web2.0 üretecek. Geriye de, yapay zekanın gelişmesi ve web ile bütünleşmesi kalıyor.

Web3.0 İçin Web Devleri Neler Yapıyor ?

Günümüzün devleri olan Google, Yahoo ve ülkemizden Nokta gibi devler ise gerekli içeriğe sahip olma adına cömert davranarak durmadan satın alımlar yapıyorlar. Google' ın Youtube ve FeedBurner'ı satın alması, Yahoo'nun Mybloglog ve benzeri satın alımları, Nokta'nın Blogcu satın alımı bu girişimlerin popüleriteleri ve getirileri kadar sahip oldukları içerikleri içindir aynı zamanda. Web3.0 için gerekli bilgiyi elinde en çok bulunduran devler gelecekte avantajlı olacaklarının çok iyi bilincindeler. Sadece satın alım değil aynı zamanda ar-ge ile yapay zeka alanına da yatırım yaptıkları kulağımıza gelen diğer haberlerden.

Sematik Web'in Öncülerinden: Hakia

Hakia, ( eğer duymadı iseniz ) Semantik Web in habercilerinden, öncülerinden bir arama motoru. Yukarıdaki bahsettğimiz web3.0 arama motoru örneğine günümüzün belkide en yakın arama motoru. Yaptığınız aramalarda içerik bazlı değil anlam bazlı aramalar yapabiliyorsunuz. Gerçekten ciddi yatırımlar ile bu güne gelen Hakia'nın Web3.0 a geçiş aşamasındaki kazanacağım önemi ve popüleriteyi inanın tahmin etmek çokta zor değil. Dilerim anasayfa da bahsettikleri Türkiye sürümüde bir an önca yayına başlar, başlar da azda olsa semantik arama tecrübesini dilimizde de tatmaya başlarız.

Sonuç

Web3.0 ile birlikte çok daha dinamik, inanılmaz bir içeriğie sahip ve pazarlama odaklı bir web bizleri bekliyor. Aslında yazımın başlığında kullandığım "Ne kadar sempatik" kelimesi de bu yüzden. Her ortamda tanınmak ve direk bize odaklı bir web le haşır eşir olmak ne kadar huzur verecek bize merakla bekliyorum. Eğer Gmail kulllanırken mailinizin içeriği ile örtüşen hemen sağdaki Adsense reklamlarından sıkılanlardansanız, web3.0 adına sizi zor bir geçiş evresi bekliyor diyebiliriz, Ne dersiniz?

Tekrar paylaşmak üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.
Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,

Öncelikle, "Nedir Bu Matematik Mühendisliği ?" adlı yazı serime uzunca bir süre ara vermek durumunda kaldığım için seriyi takip eden siz değerli okurlarımdan özür dileyerek yazıma başlamak istiyorum.

Serideki bir önceki yazımda özetle; bölümdeki ilk 3 sınıfta genel mühendislik derslerinin yanısıra alan derslerine yoğunlaşılmakta olduğunu ve ilk 2 sene alınan alt yapı ile öğrencilerin 3. sene uzmanlık alanlarına yönelmeye başladıklarını söylemiş ve taşların yerine oturması için Müfredatı tekrar incelemenizi önermiştim.

Serinin 4. yazısı olan bu yazımda ise mezun olduğum Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik Mühendisliği Bölümünün son sınıfına, içeriğine ve öğrenciye kazandırdığı becerilere ve iş hayatına nasıl adım atılabileceğine değiniyor olacağız.

Öncelikle Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik Mühendisliği Bölümünün son sınıf ders müfredatına baktığımızda genel mühendislik dersleri ve yıliçi projesi ile bitirme tezini saymadığımız zaman zorunlu olan 3 tane omurga sayılabilecek ders dikkatimizi çekiyor;

- Akışkanlar Mekaniği
- Yöneylem Araştırması
- Optimizasyon Teknikleri

Bu linklerde derslerin detayları ve amacı açıklanmıştır. Genel olarak dersleri, alınan matematik altyapısının geliştirilerek uygulamaya dökülmesine olanak veren, karar alma tekniklerinde optimum sonuca ulaşmayı öğreten dersler olarak ta açıklayabiliriz.

Yukarıda ki bu 3 dersin yanısıra öğrenci seçimlik 3 ders daha alma hakkına sahiptir. Bu noktada öğrenci yine yönelimleriyle hareket etmektedir. Seçimlik derslerden dikkat çekmek istediğim dersler ise; Müfredatta yer bulan yazılım ve veritabanı dersleri. Bu dersleri Müfredat sayfasından ayrıntılı olarak incelemenizi tavsiye ediyorum. Keza bilişim adına çok şey bulacağınıza eminim.

Tüm mühendislik öğrencileri için 4. sınıf çok önemlidir esasında. Çünkü 1 yıldan daha az bir süre sonra mezun olacak olmanın verdiği iş bulma kaygısı başlamaktadır. İşte bu nokta da bölümde yapılması zorunlu olan 3 adet stajın devreye girdiğini düşünüyorum. Öyleki bu stajlar sayesinde öğrenci gerçek çalışma ortamlarını tanıma imkanı bulabilmekte, bu çalışma ortamlarında okulun kattığı becerilerin iş hayatına yansımalarını görebilmektedir. Tabi bu noktada uzmanlaşılmak istenilen yönde bir staj ortamının bulunması da ayrıca önemlidir. Aksi durumda formalite bir stajdan öteye katkısının olabileceğini sizler gibi bende düşünmüyorum tabi.

Özellikle bilişim sektöründe önce staj yapılarak hemen staj ardından işe başlama hadiselerinin çok yaşandığını belirtmek isterim doğrusu. Bu aslında iki taraf için son derece faydalı bir durumdur. Öğrenci profesyonel bir ortamda staj yapma ve mesleğini tanıma fırsatı bulurken işveren konumundaki yöneticilerde varolan bir pozisyon açığı için stajyeri aday olarak değerlendirme ve tanıma imkanına sahip olmaktadırlar.

Kısacası öğrenci bölüm tarafından zorunlu konulan bu 3 adet staj sayesinde iş yaşantısına daha mezun olmadan başlama fırsatı bulabilmektedir. Benim kişisel fikrim bölüm öğrencilerimizin mezuniyeti beklemeden iş tecrübesi kazanmaya çalışmalarıdır. Öyleki bu şekilde işhayatlarına bir adım önde başlayacakları aşikardır. Bununda geri dönüşü elbette uzun vadeli olmayacaktır.

Ve yine geldik bir yazının daha sonuna. Bu yazımızda mezun olduğum Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik Mühendisliği Bölümünün son sınıfına (4. sınıf), içeriğine ve öğrenciye kazandırdığı becerilere ve iş hayatına nasıl adım atılabileceğine değindik ve kişisel fikirlerimi paylaştım sizlerle.

Yazı serimizin son yazısında; yazı serisini toparlama adına bölüm hakkındaki tavsiyelerimi ve paylaşımlarımı sunuyor olacağım siz değerli okuyucularıma.

Serinin Önceki Yazıları:
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 1
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 2
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 3

Serinin Sonraki Yazıları:
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - Değerlendirme

Tekrar Görüşmek Üzere,
Sevgiler, Selamlar.
Devamını Okuyun »

Herkese Merhabalar,

Teknik konuları biraz kenara bırakıp, aklımıza gelebilecek tüm konuları etkileyebilecek sosyal bir konuyu yorumlamak, fikirlerimi siz değerli okurlarıma sunmak istiyorum müsadenizle. Bu konudaki düşüncelerimi Webrazzi Forum'daki bir konu hakkında yazılan yazıların etkileşimi sonucunda sizlerle paylaşmak istediğimi de belirtmeden edemeyeceğim.

Türk milleti olarak diğer milletlere göre, daha pratik düşünen, karşılaştığı problemlere her zaman çözüm bulabilen, tabiri caizse daha yaratıcı bir millet olduğumuzu söyleriz. Benim kesinlikle doğru olduğuna inandığım düşüncelerdir bunlar. Ancak şöyle bir durum varki; eminim sizinde beyninizi kurcalıyordur; "peki hakkaten böyle bir milletiz de neden halen gelişmeye çalışıyoruz, neden bizim de dünya çapında başarılı olan projelerimizin (web projeleri ve aklınıza gelebilecek diğer sektörlerdeki projeler) sayısı çok az ve neden dünyamızdaki gelişmeleri "sürekli defans yapan bir futbol takımı" gibi sadece izleyip önlemler almaya çalışıyoruz?" Bu tip soruları uzatmak öyle mümkün ki bunları yazsak tarayıcımızdaki dikey kaydırma çubuğunu (scroll bar) 3-4 mm yüksekliğinde ancak görürüz herhalde.

Benim tüm bu sorulara aslında tek bir cevabım var. O da; Yaptığımız iş ne olursa olsun genel olarak "önce oluşum sonra altyapı" düşünme yapısı ile hareket ettiğimiz için.

Oysa ki bu düşünce yapımızı tersine çevirerek, "önce altyapı sonra oluşum" düşünce yapısı ile hareket etsek işte o zaman yukarıdaki tüm bu sorular zamanla tarihe gömülüyor olacak milletimiz ve devletimiz için.

Peki tam olarak nedir "önce altyapı sonra oluşum" düşünce yapısı? Aslında yeterince anlaşılır ve bir okadar da net bir kavram bu bence. Öyleki; yaptığımız, yapmakta olduğumuz ya da yapacağımız çalışmalar sonucunda ortaya çıkacak olan oluşumun ( ben tüm çalışmaların meyvesine genel olarak oluşum diyorum ) altyapısını baştan en iyi şekilde yapılandırmaktır. Bir başka deyişle, yaptığımız iş ne olursa olsun, toplumda hangi görevi yerine getiriyor olursak olalım, planlı çalışmaktır, hemde öyle planlı ki yapacağımız işin sonunu görebilecek ve ona göre çalışmalarımıza yön verebilecek, yatırımlarımızı sağlam yapabilecek kadar.

Aksi durumda ise güncel olarak yaşadıklarımız ortaya çıkıyor maalesef. Sokağımızın önü defalarca kazılıp defalarca kapatılıyor. Tabiri caizse; önce plazalar yükseliyor bir sürü, ardından zorunlu kalındığı için altyapı yenilenmeye, yollar yapılmaya, trafik sorunları çözülmeye çalışılıyor ülkemizde. 40-50 sene önce yapılmadığı için raylı sistemler bugün yeni bir raylı sistem hattı açılacak diye bayram ediyoruz neredeyse.

Transfer döneminde hâl vurp harman savuran spor kulüplerimiz geliyor hemen aklıma. Onca başarız transferin ardından Avrupa kapısından geri dönmek durumunda kalıyor devlerimiz. Oysaki yanlış yapılan bir transfer yerine altyapıya harcansa o transfer parası, biraz önem verilse altyapıya ve birazda sabırlı olunsa (kulüpler ve taraftarları) en fazla 3-4 sene içerisinde daha çok Arda'ları, daha çok Muhammed'leri konuşuyor ve Avrupa'da zaferler yaşıyor olacağız belkide. Sponsor gelirine hapsolmuş takımlarımız, sporu ve futbolu ülkemizde de bir endüstri haline getirecekler belkide bu sayede.

Asıl uzmanlık alanımız ile ilgili de bir örnek verelim isterseniz. Bir web girişimi yapıyoruz, fikir çok güzel, kesin tutacak diyoruz, ama beklentilerimiz ve hedeflerimiz doğrultusunda bir altyapı kur(a)madığımız için daha tanınma evresinde web altyapımız karşılamıyor beklentileri. Sonra aynı fikir, bir başkası tarafından çok daha sağlam bir şekilde yapılandırılarak sunuluyor önümüze ve bize de "bunu ben daha önce düşünmüştüm ama" demek kalıyor malesef. Düşünüyorum da; acaba Google ya da Youtube, "önce altyapı sonra oluşum" düşünce yapısı ile değilde ülkemizde hüküm süren "önce oluşum sonra altyapı" düşünce yapısı ile yapılanarak pazara girselerdi nasıl olurdu bugünkü durumları? Adlarını bile duyar mıydık acaba?

Maalesef, bu olumsuz düşünce yapımız ile başarılı yapılandırılamamış böyle projelerimiz yüzünden halen gelişmeye çalışıyoruz ülke olarak. Boşuna harcadığımız yada harcamak zorunda kaldığımız, kaybettiğimiz; para ve zaman gibi maddi ve manevi değerler o kadar büyük ki ölçmek bile imkansız oluyor. Dünyadaki başarılı projelere baktığımız zaman ise neredeyse %80 inin başarısının altında sağlam bir altyapı yatıyor. Bu sayede gelişiyor, maddi ve manevi güçleniyor günümüzün güçlü ülkeleri. Dilerseniz çok uzağa gitmeyelim ve Turkcell' imize bir de bu açıdan bakalım. Sırf sağlam altyapısı ile yaklaşık 40 milyonun tercihi olmuyor mu sizce?

Umarım; artık ulus olarak yaptığımız her işte "önce oluşum sonra altyapı" düşünce yapısından sıyrılıp "önce altyapı sonra oluşum" düşünce yapısına geçeriz bir an önce. İşte o zaman önümüz o kadar açık, o kadar parlak ki, düşündükçe heyecan duyuyorum. Ya Siz?

Tekrar görüşmek üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.

Not: Bu yazıyı ne kadar fazla kişiyle paylaşırsak o kadar faydalı olacağına inanıyorum. Hatta bir blog sahibi iseniz bu konu hakında bir yazı yazmanızı da rica ediyorum. Böylece konunun daha fazla kişi tarafından dikkate alınacağını ve düşünce yapısı değişimi sürecinin hızlanacağını düşünüyorum.
Devamını Okuyun »


Tekrar Merhabalar,

Hani bir olgu vardır ya; defalarca izlersiniz, gülersiniz, sonra aklınıza gelir yine izler ve gülersiniz...sonra yine, sonra yine... Bu böyle devam eder. Evet bana göre bu olgu sevgili ve rahmetli Kemal Sunal idi. Tv deki rastladığınız bir filmini belki 10 defa izlemişsinizdir ve buna rağmen 11. kez daha ayrı bir zevkle izlersiniz filmi ve her defasındsa başka bir mesaj dikkatinizi çeker, başka bir espiriye daha fazla gülersiniz...

Peki rahmetli Kemal Sunal'ın bu vizyonunu kim üstlendi. Yani bugünlerde kimi kana kana, kimi tekrar tekrar izleyebiliyoruz ? Elbette Kemal Sunal'ın boşluğu hiçbir şekilde doldurulamaz ama benim bahsettiğim bayrak değişimi. Bence bu vizyon henüz üstlenilemedi. Yani bayrak boşta hala. Sevgili Cem Yılmaz bu anlamda biraz ışık şaçıyor, ama bazı anketlerde de son günlerin popüler tiplemesi "Gaffur" dan da geride kalabiliyor. Yani şuana kadar kimse vazgeçilmez eğlenti boşluğunu doldurmuş değil. İnanın bu boşluğu kimin tam manasıyla dolduracağını bende en az sizin kadar merakla bekliyorum.

Peki İdris Bey bu yazıyı ne için yazdınız, sadece bunları paylaşmak için mi? diye sorular sormaya başladığınızı hisseder gibiyim. Bu yüzden asıl konuya dönelim hemen isterseniz.

Bu vazgeçilemez eğlenti olgusunu sorgulamaya ve birilerine giydirmeye çalışırken, kendimde bir yeni yeni oluşan bir olguyu farkettim. 3 ay kadar önce izlediğim 2 video yu fırsat buldukça tekrar izlemeye çalıştığımı ve her defasında da güldüğümü farkettim.

Evet, bu videolar video paylaşım servislerinin zirve yapmasıyla hayatımıza giren iki video;
Sütü seven kamyoncu, ve Bana Kitap Al videoları :)

Evet 3 kafadar arkadaşın zeka ve komedi anlayışının ürünü olan bu videolardan ilki youTube da 1,600,000 den fazla izlenmiş.. ( 26 Aralık 2007 itibari ile ) Yani, "küllerinden doğmak" deyimi vardır ya işte bire bir bu gençleri tarif ediyor sanki. Çünkü onlar bu izlenme rakamı ile youTube de en çok izlenen videolar arasındalar. Yani Onlar küllerinden doğdular ve zirve yaptılar...

İşte size videolar, belki halen izlemeyeneniniz vardır diye buraya da ekliyorum. :)

10 sene önceye kadar sevgili Kemal Sunal'ın filmlerinden vazgeçemezken, şimdi çok rahatlıkla ulaşabileceğimiz net videolarından vaz geçemiyoruz.. Peyi ya 10 sene sonrası ?
Sizce de vazgeçilemez eğlenti olgusu zamana göre başkalaşmıyor mu?

Tekrar görüşmek üzere,

Sevgi ve Saygılarımla.


( Bu arada yazımı tamamladığıma göre, kendimi daha fazla frenlemeyip videoları tekrar izlemeye ve gülmeye koyulabilirim. :) )

Sütü Seven Kamyoncu


Bana Kitap Al
Devamını Okuyun »

Tekrar Merhabalar,

İlk yazımda Matematik Mühendisliği bölümünü kazanmadan önce karşılaştığım tepkileri paylaşmıştım sizlerle. Eminim ki, bölümü kazanan çoğu arkadaşlarımız da benzer tepkileri almıştır.

Şimdi ise dilerseniz ülkemizde bu bölümü bünyesinde barındıran üniversitelerimize ve bölüm ile ilgili linklerine bir göz atalım.

Bölüm ile ciddi derecede ilgili iseniz bu linklere göz atmanızı kesinlikle tavsiye ediyorum.

Yıldız Teknik Üniversitesi - Matematik Mühendisliği Bölümü (1. ve 2. öğretim)
İstanbul Teknik Üniversitesi - Matematik Mühendisliği Bölümü (1. öğretim)
Işık Üniversitesi - Matematik Mühendisliği Bölümü (1. öğretim)
Evet bu kadar. Ne yazık ki ülkemizde sadece 3 üniversitemizde bulunuyor bölüm ( Işık Üniversitesi'nde yeni açılmış, yazıyı hazırlarken yaptığım araştırmalarda farkettim). Ama şu da bir gerçek ki, ülkemizin bu bölüm mezunlarına ihtiyacı giderek artıyor. Özellikle bilişim ve bankacılık sektörleri ve genel endüstri dallarında bu ihtiyaç artışı günden güne hissediliyor. Doğal olarak ta sektörlerdeki bu açık oluşumu diğer vakıf ve devlet üniversitelerimizi Matematik Mühendisliği Bölümünü barındırma yönünde tetikleyecektir.

Yine ilk yazımda fazlasıyla değindiğim konu olan bölümün tanınmaması ( ya da az tanınması ) da büyük ölçüde bu konu ile ilgili. Yani bölümün ve bölüm mezunlarının sayılarının az olmasının bir sonucu bu. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi, ülkemizde yavaş yavaş ta olsa sağlam adımlarla yaygınlaşacak bir bölüm. Bu yaygınlaşma da bölümümüzü ve mezunlarını daha duyulur bilinir hale getirecektir elbet.

Bu yazımda Matematik Mühendisliği bölümünün hangi üniversitelerde bulunduğunu ve ilgili linkler ile üniversitelerin bölüme bakış açılarını ve verdikleri müfredatlarını sunmaya çalıştım. Linkleri incelemenizi tekrar tavsiye ediyorum.

Yazı serimin devamında mezun olduğum Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik Mühendisliği Bölümünün müfredatına, genel içeriğine ve öğrenciye kazandırdığı becerilere değiniyor olacağım.  

Serinin Önceki Yazıları:
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 1  

Serinin Sonraki Yazıları:
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 3
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 4
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - Değerlendirme

Tekrar Görüşmek Üzere,  
Sevgiler, Selamlar.
Devamını Okuyun »


Ön Not: Bu yazı Matematik Mühendisliği bölümünü okurken ve sonrasında iş hayatında karşılaştığım tebrübeleri ve kazanımları paylaştığım, bölüm hakkında bilgi vermeyi amaçladığım bir yazı dizisinin başlangıcıdır. Hayırlara vesile olması dileğiyle, iyi okumalar diliyorum.

Herkese Merhabalar,

Bölümü kazandığım ilk günlerde tıp yazmadığım için bana kızgın ve birazda dargın olan insanların teselli cümleleri aynen şöyleydi;

- Hadi ya, demek sende öğretmen olacaksın. Hadi hayırlsı bakalım. Benim oğlanı sen okutursun artık.
........

- Ne ? Matematik mühendisi mi? Ne iş yapar o, öğretmenlik mi?
........

- Vayy be, ya ben matematik dersini ilkokulda bile yapamazdım, Sen mühendisliğini okuyacaksın ha. Helal olsun!!!
.......

- Hmm, o bölümden sağlam bilim adamlarının çıktığını duydum, ama bu ülkede işin zor valla, sen en iyisi bölümü bitir sonra vınn, yurtdışına amereikaya kaçarsın, oralarda iyi kazanıyormuş bilim adamları !!!
.......

ve bunlara benzer daha nice değişik yorumlar :).

Oysa ki benim hedefim iyi bir Yazılım uzmanı olmaktı. Ama yazılım uzmanı ne yapar ne eder diye sorulduğunda bende kem küm ederdim açıkçası :).

Bu yazı serisini birazda bu gibi yaşadığım durumların azalmasına katkı sağlamak için yazmaya karar verdim.

Yani;
  • Öğrenci kardeşlerim Matematik Mühendisliği Bölümünü tercihlerine bile bile yazsınlar,
  • İstedikleri/kazandıkları bu bölümlerini çevresindekilere bilerek, açıkça anlatabilsinler,
  • Tabi çevremizdekiler de böyle insanın aklını karıştıran yorumlar yapmasın
diye :)

Umarım bu yazı serisi ile azda olsa katkıda bulunabilirim bu anlamda herkese. Yazımın devamında bölüm hakkında üniversitelerin açıklamalarını buraya taşıyor olacağım.

Serinin Sonraki Yazıları:
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 2
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 3
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - 4
- Nedir Bu Matematik Mühendisliği ? - Değerlendirme

Tekrar Görüşmek Üzere,
Sevgi ve Saygılarımla.
Devamını Okuyun »